Bazen biri dünyaya gelir ve öyle bir değişim yaratır ki, bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Bu kadınlar da öyle dönüşümler yarattı ki, ‘kadın’ bir daha hiç eskisi gibi olamadı. Onlar ikonik kadınlar; yani örnek alınanlar, yaşamımıza farklılık ve değer katanlar, bizi dönüştürenler…
Elele Dergisi’nin Temmuz 2013 sayısında yayınlanmıştır. Telif hakları DBR’ye aittir.
Güzelliğin siluetini değiştirdi
Ona gelene kadar kadın vücudu Venüs güzellik tanrıçasının sade hatlarıyla, Botticelli’nin hafif ayva göbekli ve ipek saçlı Venüs’üyle ya da Ingres’in La Grande Odalisque (Büyük Odalık) tablosundaki iri kalçalı, masum bakışlı cariyesiyle şekilleniyordu. Oysa çocukluğunda kendisine takılan lakapla moda ikonu haline gelen Twiggy 40 kg ağırlığı, 79-56-81 ölçüleriyle o güne kadarki bütün kadın tanımlarının tamamen dışında bir güzellik sergiliyordu. “Zayıf kadın da güzel olabilir” kavramıyla hayatımızda giren Twiggy, bir süre sonra ‘kadın güzelliği’ algısını tümden yerle bir etti ve ‘zayıf kadın güzeldir’e dönüştürdü. Bu kadar ciddi dönüşümler yaratan güzelliğine karşın “hayat boyu elbise askısı olamazsınız” diyerek mankenlik kariyerini 10 yılda bıraktı. Ünlendiği yıllarda Beatles’tan bile fazla para kazandığı söylendi. Kendi stilini korumak için pahalı elbiseler almak yerine elbiselerini kendi elleriyle dikmeyi tercih etti. Oyunculuk yaptı, kürk kampanyalarına öncülük etti. Hala güzellik konusunda kitaplar yazıyor, yarışmalarda jüri üyeliği yapıyor, kozmetik markalarının yüzü olmayı sürdürüyor ve kocaman gözlerine yakıştırdığı makyajı hala çok seviliyor.
Parfüm giyen seks idolü
Gece yatarken ne giyiyorsunuz diye soran gazeteciye, “Sadece beş damla Chanel no.5” cevabını verebilecek kadar seksi bir kadındı Marilyn Monroe… Yazdığı bir şiirde ise “Kapıda beni Norma Jeane Baker olarak yakaladığınız, izin verin sizin için hemen Marilyn Monroe’ya dönüşeyim” diyecek kadar da varoluşunun farkındaydı ve sinema tarihinin en büyük seks sembolü olmayı başardı. Babasının kimliği belli olmayan, annesi de akıl hastalığından hastaneye yatınca çocukluğunu yetimhanede geçiren Monroe, yaşamına hiç de kolay başlamamıştı. 16 yaşında dört yıl sürecek evliliğini bir uçak tamircisiyle yapmış, sonrasında para kazanmak için filmlerde rol almaya başlamıştı. İlk filminde soyunmuş, ikinci filmindeki başarısızlığı yüzünden modelliğe dönmüştü. Modellik ve oyunculuk arasında gidip gelen Monroe 1950’lerde takvimlere çıplak poz vererek ve bir dergiye kapak olarak popülaritesini arttırmayı başardı. Aptal sarışın rolleriyle Oscar’a aday gösterilse de istikrarlı kariyer çizgisi ve kariyerini yönetme becerisi ile seksilik kavramını sinemayla tanıştıran güzel olarak tarihe geçti. 36 yaşında kaldığı otel odasında yüksek dozda aldığı ilaçların etkisiyle yaşama veda etti. Aradan geçen 50 yıla rağmen popülaritesini hiç yitirmedi, şaşırtıcı bir şekilde hala dünya basınında fotoğrafları en çok basılan, en seksi kadın olmayı başarıyor.
…ve Chanel modayı yarattı
Coco Chanel sahilde sevgilisiyle dolaşırken ona dönüyor ve kadınları göstererek, “şunlara bak, üzerlerindeki süslerle avizeye benziyorlar” diyordu. 1883 yılında Fransa’da doğan Coco Chanel’in zamanında kadınlar çalışmıyor, onlara bakacak erkeklere kendilerini beğendirmek için müthiş gösterişli kıyafetler ve aksesuarlarla dolaşıyorlardı. O dönemde ‘erkeksi’ sayılabilecek bir tarza sahip Chanel kıyafetlerini kendi dikiyor, tarzını yadırgayanlara aldırmıyordu. Erkeklere mahkum zihniyete karşıydı ama nasıl para kazanacaktı? Aldığı bir şapka siparişi diğerini izledi ve 1909’da kurduğu dikimevinde, moda kavramının yaratıcısı oldu. Yaşamı bir yetimhanede başlamışken Birinci Dünya Savaşı sonrasında “Kadın Bağımsızlık Hareketi”nin en güçlü figürüne dönüştü. Eşitlik ve siyasi haklar için savaş veren kadınlar onun kıyafetlerini giyiyor ve karşı durmanın en ‘şık’ ifadesini görünümlerine yansıtıyorlardı. Farbalar, fırfırlar yerini sade ve rahat kesimlere bırakmıştı. 1959 yılındaki ‘Chanel Tayyör’ü dünyada adeta üniforma haline geldi. 1971 yılında, 88 yaşında öldü ama Chanel görünümlü giysileri Phillippe Guiborge üretmeye başladı. 1983 yılında modacı Karl Lagerfeld, Chanel Evi’ni devraldı. Chanel, “Moda geçici ama stil kalıcıdır” demişti. Tayyörleri hala giymemizden belli değil mi zaten?
Yaşam kurtaran melek
Karanlık bir hastane koğuşunda, yüzlerce yaralının arasında dolaşan ve elinde bir gaz lambası taşıyan kadın… Florence Nightingale deyince birçok kişinin gözünde böyle bir görüntü canlanıyor. 1854’te Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere ve Fransa ile Rusya arasında Kırım Savaşı patlak vermişti. Yaralı İngiliz askerleri hastanede çok kötü koşullardaydı. Dönemin savaş Bakanı Sidney Herbert yakın dostu Florence Nightingale’e, Üsküdar’daki Selimiye Kışlası’nda bulunan hastanede görev yapacak bir kadın hastabakıcılar grubu oluşturma görevini verdi. 21 Ekim’de Nightingale gönüllü 38 kadınla birlikte İngiltere’den yola çıkarak Üsküdar’a geldi. Burada askerler savaş yaralarından çok hastanenin bakımsızlığından, sıtma ve bulaşıcı hastalıklardan ölüyordu. Ekibiyle birlikte geceli gündüzlü çalıştı, önce yiyecek, çarşaf, sargı bezi gibi ihtiyaçları giderdi, hastanenin çehresini değiştirdi. O geldikten sonra ölüm oranı yüzde 42’den yüzde ikiye indi. Bu çabalarıyla ulusal kahraman ilan edildi ve hemşireliğin mesleğe dönüşmesine öncülük etti. Ülkesine döndüğünde Londra’daki St. Thomas Hastanesi’nde Nightingale Hemşirelik Okulu’nu hizmete açtı ve Notes on Nursing (Hemşirelik Üzerine Notlar) kitabını yayımlandı. Hemşireliğin temel kitabı sayılan bu çalışma birçok dile çevrildi. Günümüzde Nightingale’in doğum günü 12 Mayıs’ı izleyen hafta tüm dünyada hemşirelik haftası olarak kabul ediliyor ve ülkemizde de onun adını taşıyan bir hastane ve bir hemşirelik okulu var. 1907 yılında hiç bir kadına verilmeyen Liyakat Nişanı’nı alarak da başarılarını tescillenmiş oldu.
Dünyadaki eğitim sistemi onunla değişti
Okula gitmek çocuklar için çoğunlukla sıkıcıdır ama bu hikayenin bir de Maria Montesorri’den öncesi var. 19. yüzyılda dersler ezberletiliyor, çocukların bazı şeyleri kendiliğinden öğrenmesi engelleniyor, hatta dayak atılıyordu. Okula gitmek eğlence değil işkenceydi. Montesorri 1870’te İtalya’da Chiaravalle kasabasında doğdu, o dönemde kızlar en fazla Yunanca, Latince ve edebiyat dersi alabiliyordu. O ise matematikle ilgiliydi, hiç bir kadının doktor olmadığı İtalya’da bu mesleği yapmaya karar vermişti. Tıp okulu, erkek öğrencilerle kadavra dersine girmesine izin vermedi, bu yüzden erkek öğrenciler çıkınca geceleri kadavraları inceliyor, sürekli alaya alınıp aşağılanıyordu. Bu süreç kadın haklarına ilgisini arttırdı, tıptan mezun olduğunda yurt dışında gittiği ilk konferans kadınların erkeklerle eşit ücret alması üzerineydi. Onun döneminde ruh hastaları ve sağırların toplum için yararsız olduğu düşünülüyordu. O da özürlü çocuklara dokunma, görme, koklama ve duyma duyularını uyaran aletler vererek onların normal çocuklar gibi öğrenmesini sağladı. Bu eğitime geometrik şekiller, kokular ve sert-yumuşak cisimlerle devam etti. Montesorri yöntemlerinin sağlıklı çocuklarda da işe yarayacağına emindi ve Montessori metodu kitabını yayınladı. 20 dile çevrilen kitap eğitim hayatına “eğlence”yi sokmuştu. Ölene kadar bu çalışmalarının peşinden gitti ve eğitim hayatında resmen yeni bir çığır açtı.
Nobel kazanan ilk bilim kadını
Bilim dünyasının erkek egemen ortamında Marie Curie, Nobel bilim ödülünü kazanan ilk kadın olarak tarihe geçti. Kızı yazdığı biyografide annesi için “azimli, çalışkan, narin vücuduyla tüm güçlüklere göğüs geren bir kadın” diyordu. Gerçekten de böyleydi Curie. Polonya’da 1867’de doğmuştu, 16 yaşında ders vererek ailesinin geçimine katkıda bulunuyor, üniversiteye gitmek istiyordu. Fakat o dönemlerde Polonya’da kadınlar üniversiteye alınmıyordu, annesi veremden ölmüştü ve iki kız kardeş baş başa kalmıştı. Şöyle bir plan yaptılar, ablası mürebbiyelik yapacak, kardeşi Paris’te okurken ona bakacaktı. Curie Sorbonne’a kaydoldu fakat o kadar zor koşullarda yaşarlar ki, açlıktan bayıldıkları bile oluyordu. 30 yaşına geldiğinde ise fizik ve matematikte iki üniversite bitirmiş, evlenmiş ve bir kız annesi olmuştu. Ev işlerini en az vakit alacak şekilde düzenleyip laboratuara gidiyor, matematik kitaplarının kenarlarına yemek ve marmelat tarifleri yazıyordu. Polonyumu keşfinden bir hafta sonra defterine küçük kızının yürüdüğünü yazmıştı, radyumu keşfini yazdığı sayfalarda ise eşiyle nasıl tonlarca atık maden cevherinden radyumu ayrıştırmaya giriştiklerini… Dört yıl boyunca sekiz ton peşblendi elden geçirip bir gram kadar radyum elde ettiler. Sayelerinde radyum tıpta kullanılan kıymetli bir element olmuştu. Curie’lere radyumu ve onu izole etme yönteminin patentini almaları öneriliyordu. Onlar “Radyum bir elementtir, herkesin malıdır. Nasıl bir kişiye ait olabilir?” yanıtını veriyor ve değeri bir milyon franktan fazla olan ayrıştırdıkları radyumu laboratuara bağışlıyorlardı. Nobel ödülü verilirken de Marie Curie’nin tavsiye mektupları neredeyse yok sayılıyordu. Neyse ki Nobel Komitesi 1903 Fizik Ödülü’nü üç bilim insanına veriyor ve onlardan biri de Curie oluyordu. Marie Curie ancak Nobel kazandıktan sonra üniversite tarafından verilen bir kadroya kavuştu, resmi bir görevi ve maaşı oldu. Curie bilim dünyasında kadınlara ilham kaynağı oldu ve hala olmaya devam ediyor!
Kadınları güzelleştiren kadın
O gerçekten kadınların arzuladığı şeyi keşfetmişti: kadınlara kendilerini güzel hissettiren ürünler… Helena Rubinstein kozmetik sektöründe devrim yaratmış, cilt bakım ürünlerini ve makyajın mucidi olmayı başarmıştı. 1870 yılında Polonya’da dünyaya geldiğinde adı Chaya Rubinstein’dı. Zengin bir tüccar ailenin kızıydı, Zürih’te tıp eğitimine başlamış ama yarım bırakıp Avustralya’da bir çiftliğe yerleşti. Burada tarlada çalışan kadınların güneş yanıklarını gidermek için kremler yaptı. Kremler etkili olunca bunların üretimine geçti. Önce Sydney’de bir güzellik merkezi açtı, çok para kazanınca Londra’nın yolunu tuttu. 1908’de kurduğu güzellik merkezi ona hem şöhret hem para kazandırdı, bunu Paris ve New York’ta açtığı salonlar izledi. Ürünler ne kadar pahalıysa kadınlar bu ürünleri o kadar çok almak istiyordu. Daha önce sadece fahişelerin ve aktrislerin kullandığı düşünülen kozmetiği “makyaj herkesin hakkı” diyerek tüm kadınlara mal etti. “Biraz çaba gösteren her kadın daha çekici olabilir” diyordu. 1909 yılında ise kendi makyaj markasını yarattı, işine o kadar tutkuyla bağlıydı ki “Kalbim her zaman sevdiğim insanlar ve hırsım arasında ikiye bölünmüştü” demekten kendini alamadı. Bugün kadınlar güzelleşmek istediklerinde makyaj malzemelerine baş vuruyor, bir anda moral kazanıyorlar ve bu morali makyajı herkese mal eden bu kadına borçlular.
ve diğerleri…
Benazir Butto
Müslüman bir ülkenin ilk kadın başbakanıydı. Hiç aşık olup olmadığını soran bir gazeteciye “Müslüman toplumda yaşayan müslüman bir kadınım. Bu toplumlarda kadınların konuşmaktan bile kaçacakları konular vardır. Biri de bu” demişti. Zengin bir aileden gelen Butto babasının siyasi hayatındaki mücadelesini devam ettirdi ve başbakanı olmayı başardı ama bir intihar bombacısının saldırısıyla yaşama veda etti.
Eleanor Roosevelt
‘Uluslarası İnsan Hakları Bildirgesi’ni Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna sunan ve kabul edilmesini sağlayan dünyanın ilk First Lady’si oldu.
Simone de Beauvoir
Modern feminizmin temellerini atan gazeteci, yazar ve felsefeci olan Beauvoir, “Kadın doğulmaz kadın olunur” prensibini savundu.
Germaine Greer
1960`lardan itibaren feminist akımın en önemli öncülerinden biri oldu. Kitapları o zamandan beri kadınlarca manifesto olarak kabul görüyor.
Oprah Winfrey
Kendi televizyon programına sahip ilk kadındı, dünyadaki kadın sorunlarına dikkat çekti. Time dergisi, Winfrey’i hem 20. yüzyılın hem de 21. yüzyılı şekillendiren tek kadın olarak listeledi.
Mary Wollstonecraft
‘Kadın Hakları’nın yasalaşması fikrini ortaya attı ve şöyle dedi: “Kadının ufkunu genişleterek güçlendirin aklını; körü körüne itaat sona erer; ancak, iktidar hep körü körüne itaate ihtiyaç duyar ki zorbalar ve şehvet düşkünleri, karanlıkta tutmaya çalışır kadını; çünkü bunlardan birincisinin tek istediği bir köledir, ikincisinin istediği ise elinde tutacağı bir oyuncak.”