anne-bebek revize

Ebru Demirhan Çınar’ın annesi… Dünyaya erken gelmeye karar veren Çınar’ın yaşadığı sağlık sorunları ve tedavisi süreci anne-bebek iletişiminde anneyi yepyeni bir anlayışa, kavrayışa ve hayat hikayesine sürüklüyor ve bundan nur topu gibi bir kitap doğuyor. İşte anne Ebru ve bebek Çınar’ın sıra dışı hikayesi…

Ebru Demirhan üniversitede Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümünü bitirdikten sonra dokuz yıl boyunca bir bankanın farklı birimlerinde kariyer yaparken evlenmiş ve 2003 yılında oğlu Çınar’ı dünyaya getirmiş. Aslında hikaye buraya kadar ‘normal’ seyrinde gibi… Oysa hikayenin gerisinde bambaşka matematikler yatıyor!  

Çınar ile nasıl bir süreç yaşadın?

Çınar olağandan daha erken doğdu. 7,5 aylıkken dünyaya geldiğinde 3 kilo 250 gram ağırlığındaydı ve 52 santim boyu vardı, normal doğumdaki ölçülere sahipti fakat hızlı bir tavan yapan bir sarılık başladı. Sarılıktan sonra iki gün içinde iki kiloya düştü.

Prematüre doğan bebeklerde genellikle sarılık gibi hastalıkların görülmesi normal kabul ediliyor.

Doğru, haftasına göre nasıl sorunlarla karşılaşılabileceğine dair doktorların tahminleri oluyor. Akciğerde sorun beklenirken karaciğerin daha az çalıştığı ortaya çıktı. Bunun net şekilde ortaya çıkması birkaç ayı aldı. Sarılık hiç azalmadı ve bedeninde küçük küçük yaralar olmaya başladı, sanki düşüp çarpmış, zedelenmiş gibi yaralar… Dördüncü aydan sonra profesörlere gitmeye başladık. Onların söylediklerine göre her şeyi normaldi, destek ilaçlar kullanıyorduk ama gelişimi bir türlü normale dönmüyordu. Aşırı zayıftı, kafa genişliği standardın altındaydı. Geniz eti büyük olduğu için operasyon yapıldı. Benim için en önemli yönlendirme gene bir profesörden geldi; “Her şey normal ve tıbben bu çocuk için bir şey yapamayız, bence bu çocuk intihar ediyor, bu çocuğu seveceksin, ne kadar sevebiliyorsan o kadar seveceksin, ancak böyle kurtarabilirsin” dedi. Bu ürkütücü bir bilgiydi. “Ya bir şey olursa, ya ben onu sevemezsem, yeterli sevmek ne demek?” gibi bir sürü şey sorguladım.

Aranızda bir problem var mıydı?

Çınar bir süre sakin bir çocukken sonradan öfkesi artmaya başladı. Antalya’dan Çınar’ın şifası için İstanbul’a yalnız geldim. Sadece ikimizdik. Geldikten sonraki en büyük arayışım bu durumu şifalandırmaktı. Bilmediğim bir şehirde, bilmediğim bir şeyi arıyordum. Birileri bana alternatif bir yöntem tavsiye etti. Enerjiler, bilinçaltı çözümler gibi bir sürü şey okuyordum. “Annedeki çözüm çocuğu iyileştirir. Çocukta bir sorun varsa asıl sorun annededir” gibi yönelimleri o tarz kitaplarda gördüm. Hep bende bir şey düzelecek sonra Çınar da düzelecek diye düşündüm. Alternatif yöntemler vardı ama annem hemşire olduğu için bizde alternatif yönteme inanılmazdı.

Tıbben bir çözüm olmadığı söylendikten sonra süreç nasıl gelişti?

Artık Çınar’ı iyileştirmekten ziyade kendimi iyileştirmeye, bendeki hatayı bulmaya çalıştım. Böyle olunca da kuantum teknikleri ile tanıştım. Bu çalışmalara başladığımda o zamanki uygulayıcıya Çınar’ın sağlık sorunlarından bahsetmemiştim. Ben değişeceğim ve Çınar düzelecek diyordum. Bireysel çalışmalardan sonra iyi hissetmeye başladım.

Aranızdaki sorun neydi?

Çınar çok öfkeliydi bana karşı. “Sen bu evden gitsen” gibi cümleler kuruyordu. Kreşten almaya gittiğimde, “Gene mi annem geldi?” diyordu. Bir reddedişi ve itme ihtiyacı vardı. Bunlar daha az canımı yakmaya başladı. Uzun geceler sabahlara kadar hastanede kalıyorduk, karaciğer tam çalışmadığı için kreşe veriyorum, mikrop kapıyor, sabaha kadar hastanelerde kalıyorduk. Sonra akşama kadar bankadayım. Zor süreçlerdi. Bu süreçte daha az ağlamaya, daha az üzülmeye, daha sakin olmaya başladım. Üç ay sonra baktım ki Çınar’da değişim olmuyor. Uygulayıcımı tekrar aradım ve bu kez “Oğlumda sağlık problemi var, aslında bunun peşindeyim” dedim. O da, “Neden daha önce söylemedin, onun üzerine çalışalım” dedi.  Gittiğimde bir dizim açtı. Sanırım bu konuda en çok da teşekkür edeceğim insan Bert Hellinger. Bana dizilimleri asıl öğreten odur.

Dizim size ne öğretti?

Dizimde birisi beni temsil etti, birisi Çınar’ı, biri babasını, birisi hastalığı… Çınar’ı temsil eden kişi dönüp bana “Beni istemedin” dedi. Ben de ona bunun böyle olmadığını anlatmaya çalıştım, bunu neden düşündüğünü de anlamamıştım. Nasıl onu istemediğimi düşünmüş olabilirdi? Onun için çok şey yapmıştım. Drama ilerledikçe bana “Erkek olduğum için çok üzüldün” demeye başladı. Burada da hikayenin orijinali kendisini gösterdi.

Hikayenin orijinali neydi peki?

Çınar’ın babaannesi erkek çocuk istiyordu ve ona daha doğmadan birçok misyon yükleniyordu. Bu konudaki baskılardan dolayı erkek olursa onu anlamsız bir yaşam mücadelesinden korumak için çok çaba sarf etmem gerekecekti. Benim kız ya da erkek olmasıyla ilgili hiçbir derdim olmadığı halde bu etkenden dolayı kız olmasını istemiştim ve erkek olduğunu öğrendiğim zaman da çok üzülüp ağladım. Erkek olursa başka birinin ismini yaşatacak, babaannesi bizzat yetiştirmek isteyecek, çocuğum bana ait olmayacaktı. Kız olursa bunların hiç birini yaşamayacaktık.    

Erkek olduğu ortaya çıkınca ne oldu?

Kayın validem bana taşınma çabalarına girdi. Çınar beklenenden erken doğunca ve hastalığı ortaya çıkınca ise durum değişti, bu kez Çınar’ın rahatsızlığını kabullenememe durumuyla yüzleşti ve evden ayrıldı, iki yıl görüşmedik. Çocuğuma da kendi istediğim ismi verdim. Aslında kendi ismini kendisi aldı.

Nasıl seçti ismini?

Antalya’da Barbaros Çay Bahçesi’nde kocaman çınar ağaçları altında hafta sonu kahvaltı yaparken derin bir nefes alıp gökyüzüne baktım. O çınar ağacının yaprakları ve arkasında gökyüzü vardı. İnanılmaz bir huzur hissettim. Dönüp “Oğlumuz olursa adını Çınar koyacağım” dedim. Eşim de “Tamam” dedi. Aslında hamileymişim, haberim yokmuş. 29 Ekim beklenen doğum tarihi olduğu için başına Ata koymuştuk. 16 Eylül’de doğduğu için de ismi koymamazlık etmedik tabii. Ata ismini babası, Çınar’ı ben verdim.

Bu yaşananlar sana neler öğretti? Dizim sonrasında Çınar değişti mi?

Benim dışımda ama beni ve onu içine alan hikaye aslında başkalarının hikayesine biz nasıl ortak olduk? Başkalarının arzularının, ihtiyaçlarının farkında olmadan bizi nasıl yönlendirdiğini gördüm. Çınar bundan nasibini çok sıkı almıştı. Ben de öyle. Süreçte yine ikimiz kaldık. Buradaki farkındalık şu oldu; ben ne hissettiysem Çınar onların hepsini kendine mal ederek almış anne rahminde. Ben “Kız olsun, oğlum olunca onu korumak zorunda kalmayayım” dedim, o “Ben erkeğim demek ki annem beni istemiyor” gibi bambaşka bir sürece girmiş. Anne rahminde bana o kadar öfkelenmiş ki, karaciğer problemi ile doğdu. Sonradan öğrendim ki karaciğer öfkenin meridyeniymiş. Çınar’ın anne karnındaki hareketlerinin ve nabız atışlarının zayıflamasından sonra doktora gittim. Ondan sonra da doğdu zaten. Belki de bambaşka bir sürece götürüyordu bu onu. Ne hissettiğim bebek için çok önemliydi. Bebek için hissettirilenler, çevrede olup bitenler, başka insanların arzuları, her şey hayatımıza damga vurdu. Sevgi de nefret de aynı şeyden yürüyor. Sevgiyi bebeğe ne kadar veriyorsak hem bebeğin kişiliğinin olgunlaşmasında hem de beden gelişiminde çok katkısı oluyor. Öfkelendiğimizde ya da “ne gerek vardı şimdi bu bebeğe?” gibi şeyler söylediğimizde başka duygular ve durumlar oluşuyor.

Yaşadıklarından yola çıkarak anne-babalara ne tavsiye edersin? Anne karnındaki bebekle nasıl sağlıklı iletişim kurabilir? Doğru mesajı ona nasıl verebilir?

Bebekler anne rahminde 40. günden itibaren her şeyi duymaya ve anlamaya başladıkları için bebekle konuşmalarını tavsiye ederim. “Sevgili bebeğim” diye başlayan cümleler kurmalılar. Kızım ya da oğlum demeye de gerek yok. Özellikle annenin ve babanın karna dokunarak yaptığı konuşmalar bebekte çok etkili. Anneden kordon aracılığıyla ve rahimde iç içe olmanın getirdiği halden dolayı anneden bütün duyguları alıyor bebek. Bir sürü şey yaşıyor olabiliriz. Kurumsal hayatta çalışan insanlar var. Mobbinge uğrayanlar, iş yeri, günlük hayat stresleri var. Tek başına İstanbul bile insanı yoruyor. Bütün hamileliğini kaçıp gitme fikri ile geçiren annenin çocuğunda aidiyet problemi olması çok mümkün. Burada direkt bebekle konuşmak gerekir, “Sevgili bebeğim bu benim duygum, bu senden bağımsız bir konu. Bunu böyle düşünüp yorumlama” diye bebekle herhangi bir insanla konuşur gibi konuşmak en güzel çözüm. Bir de “Ben bunu düşündüm eyvah şimdi bebeğime ne olacak?” diye bir strese hiç ihtiyacımız yok. Çünkü bu stres peşine korku ekliyor ve bebek tarafından süzülebilir bir korku haline geliyor. Şu an bunlarla ilgili çok fazla kitap ve yönlendirme var. Anneliğin içgüdüsel tarafını gözden kaçırmadan bu kitaplara uyumlanmakta fayda var. Ne hissediyorsak, ne yaşıyorsak bunu kendiliğimiz olarak yaşıyoruz. O bebek bizim içimizde olduğu sürece onun kendiliğine de zaman ayırıp ona da zaman açmamız lazım, “Bu benim duygum, bu seni ilgilendirmiyor, sen bundan payına düşeni ister al ister alma” deyip bebekle karşımızda oturan bilinçli bir insan gibi konuşabiliriz. Bebek bunları süzecektir. Yine de her zaman annelik sezgisi önde olmalı.

Bir kitap yazdın ve Mart’ta çıkıyor. Kitapta anne babalar ne bulacak?

Özellikle cinsiyet seçimi ve cinsiyet arzusunun ne kadar anlamsız olduğunu bulabilirler. Gönüllerinde kız çocuk ya da erkek çocuk yatıyor olabilir fakat her gelen ruh ya da her gelen varlık kendi bedenini seçip geliyor. Bunu onun seçimine bırakmak en büyük saygılardan birisi. “Tercihim kız ya da tercihim erkek çocuğum olması yine de bana gelen varlığın kendi seçimine saygı duyuyorum” diyebilmek önemli. Burada ne anlam yükleyip onu bekliyorsak, henüz dünyaya gelmemiş bir bebeğe bu kadar anlam yüklediğimiz için, o dünyaya geldikten sonra bizi bunlarla sınama ihtimali de artıyor. Bu yüzden onun seçimlerine saygı duymalı, ilahi sistemin de, evrensel düzenin de bu işte güzel bir parmağı olduğunu unutmamalıyız. İşin görmediğimiz bilmediğimiz alanına da saygı duymalıyız.

Batı tıbbı ile Doğu tıbbından nasıl yararlanmalı?

Batı tıbbı hastalıkların fizyolojik tarafını çözüyor, doğu tıbbı ise duygusal boyutuyla çözüyor. Batı tıbbı daha çok bedene, görünen tarafa ve ölçülebilir oranlara yönelik çalışmalar yapıyor. Herhangi bir hastalığın altındaki duygusal ve düşünsel sebepleri ise daha çok doğu tıbbında görüp yorumlayıp çözebiliyoruz. Hasta olan organı tek başına iyileştirmek yetmiyor. Onun arkasındaki duygu ve düşünceleri çözdüğümüz zaman gerçek ve kalıcı bir iyileşme sağlıyoruz. Mide hastası olan bir insan 20 yıl boyunca mide hastalığı yaşayabilir. Halbuki altında yatan duygu ve düşünceleri çözebildiğimizde hastalık ortadan kalkıyor. Her ikisini harmanlamak gerekiyor. Batı tıbbından destek almaya devam edeceğiz. Ateşi çok yükseldiğinde ateşin getireceği yan etkilerden ve sonuçlardan bağımsızlaşmak için tabii ki ateş düşürücü verebiliriz. Sezgilerimize güvenip şifa alma yöntemlerini de kullanabiliriz. Çok basit yöntemlerle de ateş düşürülebiliyor. Burada ikisini bir arada kullanabilmek önemli.

Bir cevap yazın

Kasaba.works Digital Agency