Bir insan binlerce meslek seçme şansı varken neden editör olur? Sanırım şanslı olduğu için… Aşık olduğum mesleği yapıyorum ve bir işi aşkla yapmak kadar güzel bir şey yok hayatta!
Çocukken edebiyata aşıktım. Mehmet Fuat’ın Çağdaş Türk Şiiri Antolojisini elimden düşürmez, şiirleri ezberler, her bir şairin dili nasıl da farklı kullandığına şaşar kalır ve bundan büyük zevk aldırdım. Bazıları bana soğuk gelirdi, bazılarını ise sanki kalbimin atışını dizelerine dökmüş kadar kendime yakın bulurdum.
Lise döneminde çevremdeki herkese, “Feni mi edebiyatı mı seçmeliyim?” diye sordum. 23 kişiden (sorduklarımın yarısı doktordu) 22’si, “Fen tabii ki, üniversitede iyi bir bölüm okumak istiyorsan tek yol bu” dediler. Sorduğum 23’üncü kişi annemdi, “Ben karışmam, gönlünden ne geçiyorsa o” dedi. Bilin bakalım neyi seçtim? Tabii ki gönlümde yatanı…
Sevmeden Fen’i seçenlerin notları yerlerde sürünürken benim notlarım tavan yaptı. Çünkü sevdiğim bölümü okuyordum. Üniversite sınavında tercihimi yaparken, “Hangi bölümü seçersem daha iyi yazmama katkısı olur?” diye düşündüm. “Hangi meslek?” veya “Nasıl para kazanırım?” gibi bir düşünce aklımın ucundan geçmedi. Gazetecilik yazmakla ilgiliydi. İlgili bulduğum psikoloji, sosyoloji gibi bölümlerin hepsini yazdım. Hangisine girsem gözüm arkada kalmazdı çünkü zaten yapacağım tek şey yazmaktı.
Edebiyat bölümü tercihlerim arasında yoktu. Bu kadar severken neden diye düşünebilirsiniz. Çünkü ağır ve ağdalı edebiyattan hoşlanmıyordum ve Divan edebiyatı lisede beni canımdan bezdirmiş, bir dönem edebiyat dersine mesafeli yaklaşmama sebep olmuştu. Türk Dili ve Edebiyatı’na girersem edebiyat aşkımın bitmesinden korktum.
Lisede sevdiğim bölümü seçmiş olmam üniversiteye girişimde çok işime yaradı, çünkü ortaöğrenim başarı puanım çok yüksek geldi. Üniversite sınavında 66 Türkçe sorusunun 63’ünü doğru cevapladım. Kalan üç soru da yanlış değil boştu ve bir soru 2,5 puan veriyordu. Türkçe sayesinde %2’lik dilimle öğrenci alan gazeteciliğe girdim.
Gazetecilikte ne yapacaktım? Birincisi her konuyu merak ediyor, öğrenmek istiyordum, sosyal biriydim. Gazetecilik benim için biçilmiş kaftandı. Fabrikaya da girebilirdim bir kliniğe de, bir eskici ile de röportaj yapabilirdim bir yazarla da…
Dinç Bilgin döneminde Sabah gazetesinde çalıştım ama gazetede olmak hoşuma gitmedi. Gazete yazıları yüzeyseldi, sadece bilgi verme amaçlıydı. Bense araştırmayı, derinine inmeyi seviyordum. Kendimi gazete için çok ‘yavaş’ hissediyordum. Ben yazdığım şeyi sindirmeliydim, onunla biraz zaman geçirmeliydim. Bu yüzden dergici oldum. Bu iş tam bana göreydi.
Dergicilikte ilk işim muhabirlik ve redaktörlüktü. “Bu kızın Türkçesi iyi, redaktörlük işlerinin hepsini ona verin” dediler. İyi ki öyle demişler. Bu iyi bir editör olmam için bana sunulan bir lütuftu. Herkesin hatasını ben düzeltiyordum.
Araştırma dosyaları için insanlara yazdığım talep mektuplarını hatırlıyorum, ilk mektubumu yazmam yarım gün sürmüştü. Çok yavaştım. Şimdi övündüğüm şeylerden biri bir editör olarak süratli olmam. Çünkü bir süre sonra nereye, nasıl bakmanız gerektiğini biliyorsunuz.
Muhabirlik, redaktörlükten sonra 26 yaşında yazı işleri müdürlüğü teklifi aldım. Enerji sektörüne yönelik hakemli bir dergiyi tek başıma çıkartıyordum. Konu çok ilgimi çekmese de profesörlerden oluşan danışma kurulu ile çalışmak, onların egolarını birbirine karşı dengelemek, ünlü iş adamları ile röportajlar yapmak, gece geç saatlere kadar ozalit beklemek, bir ay boyunca uğraştığım derginin basılmış şekilde elime gelmesi müthişti. Bu işin her aşamasından zevk alıyordum.
O zaman ayırdına vardım ki bende gazeteci kumaşı yok, editör kumaşı var. Çünkü haber bulmakla ilgilenmiyordum. Daha çok sevdiğim şey metinle başa çıkmak, onu dönüştürmek, tatlı tatlı çekiştirmek, bir kelime ekleyip anlamın nasıl değiştiğine bakmak, üzerinde ince ayarlar yapmak. Röportaj yaptığım kişinin o cümleyi hangi amaçla söylediğini anlayıp kelimeleri esneterek o anlamı nasıl vurgulayabileceğimin sınırlarını keşfetmek gibi saçma sapan (!) şeyler.
En büyük hayalim kitap editörü olmaktı. Tuhaf bir şekilde yayınevine hiç başvurmadım. Önce belli bir olgunluğa gelmeliyim diye düşünüyordum. Şu anki bilincimde olsam ilk iş müracaatımı belki bir yayınevine yapardım ama dergiciliğe de aşıktım. Yani benimki biraz zevklerden zevk beğenmek gibi bir şey… İşin ilginç yanı hiç nasıl para kazanayım diye düşünmemek oldu. Benim için para kazanmanın tek yolu yazmaktı. Halkla ilişkiler, kurumsal iletişim gibi daha iyi getirisi olan iş tekliflerini direkt reddetmesem de eğreti hissedip beni işe almamaları için ne gerekiyorsa yaptım.
Dergiciliğe başladığım dönemlerde editörlere hem reklam aldıralım hem fotoğraf çektirelim zihniyeti vardı. Bu tür işleri de reddettim. “Ben editörüm ve editörlükten başka bir işi kesinlikle yapmam” dedim. Unvanımın muhabir, yazı işleri müdürü, editör ya da yayın yönetmeni olması fark etmiyordu. Önemli olan yapılan işin niteliğiydi.
Sadece 1991 yılında üniversiteye başladığımda bir yayınevi ile anlaşmıştım. Bertolt Brecht’in çevirmeniyle (aynı zamanda Tezer Özlü’nün sınıf arkadaşıymış) çalışmaya başlamıştık. Onun çevirilerini daktilo ediyordum. (Evet, o zaman bilgisayar olmadığından çevirmen okuyor, ben de yazıyordum.) Sonra altı yıl boyunca çalıştığım Boyut Yayın Grubu inanılmaz bir okul oldu benim için… Gazete de yaptık, dergi de, kitap da… Hem de yüzlerce…
Bir editörün beslenmesi için farklı yerlerde farklı kişilerin tedrisatından geçmesini çok değerli. Ne yazık ki bu şansı çok az yakalayabildim. Çoğunlukla kendimi yetiştirmiş oldum. Bu yüzden çok araştırdım, çok okudum, mesleğim üzerine çok kafa yordum.
Dergicilikte 18 yıl geçirdikten sonra birkaç yayınevine başvurdum. Bazıları yanıt vermedi, bazılarının aradığı niteliklerle benimkiler örtüşmedi, bazılarına ise ücret talebim yüksek geldi. Gel gelelim bir işi yapmak istiyorsanız önünüzde baraj bile duramamalı… “Madem kitap editörü olmak istiyorum ve istediğim yayınevleriyle istediğim koşullarda çalışamıyorum, o zaman bağımsız editörlük yapacağım” kararını aldım. Evrene gönderdiğim mesaj yerine ulaştı. Kemal İslamoğlu ile ‘Hayatın Direksiyonuna Geç’ kitabını yapmaya başladık.
Tabii bu geçiş ‘ilk aşkım olan dergiciliğe’ ihanet anlamını taşımıyordu. En son Doğan Burda Dergi Yayıncılık ve Pazarlama A.Ş.’den (Hürriyet Dergi Gurubu) ayrılmıştım. Oradaki birçok yayın yönetmeni, işten ayrıldıktan sonra beni arayıp yazı veya kitap talep ettiler. Turkuvaz Dergi Grubu (Sabah Grubu) ile de çalışmaya başladım. Pierre Cardin dergisine de yazdım, Satranç gibi dergilere de… Bir ay 14 dergide birden yazım çıktı ve kişisel tarihime bunu bir rekor olarak ekledim. 2012’den beri bağımsız çalışıyorum ve her şey rüya gibi… Çünkü sevdiğim işi yapıyorum.
Dergi yazılarım bilgisayarda durmasın, bir web sitem olsun istedim. Yazılarımı siteme koydukça sosyal medyada paylaşmaya başladım ve bilin bakalım ne oldu? 8 ajans bana proje getirdi. Buradan çıkartmanızı istediğim mesaj şu; eğer editörlüğe siz de benim kadar aşıksanız yılmayın. Su yolunu bulur.
Editörlükle ilgili bazı hayallerim ve hedeflerim var. Türkiye’de pek bilinen bir meslek olmadığı için önce bu mesleği tanıtmakla ilgili bir misyon edindim kendime, bu yazıları da bu nedenle yazıyorum. Ne kadar bilinç oluşturursak o kadar iyi… Bir de bu işi uluslararası boyutta nasıl olması gerekiyorsa öyle yapmak istiyorum. Bunun için de öğrencilik hali hiç bitmiyor. Zaten editörlük doğası gereği sürekli yeni şeyleri öğrenmek demek…
Bazen, “Başka bir iş yapsaydın bu ne olurdu?” diye soruyorum kendime. Cevabım net, dünyaya bir daha gelsem gene bu işi yaparım. Şanslıyım çünkü yönümü çizmem hiç gerekmedi, böyle doğmuşum. Şanssızım çünkü bana kendim bile, “Ne yapmak istiyorsun?” diye sormadı. Bu sorunun cevabı zaten baştan verilmiş.
Küçük bir not; Mürsel Arapça’da, “Resul, nebi, Allah’ın mesajını taşıyan elçi” demek. Aynı zamanda haberci, kitap anlamlarına da geliyormuş. Gördüğünüz gibi hakikaten başka şansım yokmuş.