Kişinin kendine olan güveni ve inancı anlamına gelen özgüven bireylerin hem kendileri olmasında hem de başarılarında, kendi hayatlarını yönetebilmelerinde büyük önem taşıyor. Dr. Psk. Dan. Azize Nilgün Canel, özgüveni ve yaşamımızdaki etkisini anlattı.
Marmara Üniversitesi Psikolojik Danışma ve Rehberlik Uygulama Araştırma Merkezi’nde çalışan Doç. Dr. Azize Nilgün Canel, “Özgüven kişinin kendine olan güveni ve inancıdır” diye söze başlıyor ve özgüvenin oluşabilmesinde kişinin kendisine verdiği değer, kendisine yüklediği anlamlar son derece önemlidir diyor, “Dolayısıyla özgüven benlik algımızla yani kim olduğumuz bilgisiyle de doğrudan alakalı. Birey doğduğu andan itibaren önce ailesinden, sonra arkadaş ve okul ortamından, hatta medyadan kendisi ile ilgili geri bildirimler alır. Bu geri bildirimler ona kim olduğunun, nasıl gözüktüğünün, neye inanıp neye inanmayacağının ipuçlarını sunar. Kişi de, bu repertuara uygun davranışlar geliştirir. Çevremizdekilerin bize ne yaptığı, nasıl yaklaştığı, bize nasıl geri bildirimler verdiği, bu geri bildirimleri verirken hakkımızda ne gibi ifadeler kullandıkları, bize doğru ve kendimizi geliştirebileceğimiz, keşfedebileceğimiz deneyimler sunup sunmadıkları çok önemli. Çünkü beynimiz bu yüklemeleri kullanıyor ve kendi hakkında bir karara varıyor.”
Özgüvenli mi, değil mi?
Bir insanın özgüvenli olup olmadığını nasıl anlarız sorusuna Canel, “Zor bir problemle karşılaştığı zaman, ne yaptığına ve nasıl bir düşünce yapısı oluşturduğuna bakarak” diyor, “Özgüveni düşük bireylerde daha fazla bilişsel çarpıtma olduğunu görüyoruz. Yani kişi kendisini, ‘Yapamayacağım, başaramayacağım, bu dünyanın sonu…’ gibi sonuçta kendisini çaresizliğe ve başarısızlığa götürecek ve kendini doğrulayan bir kehanetle sonuçlanacak bir kısır döngüye sokabiliyor” diyor.
Canel’e göre özgüveni yerinde olan birey, daha net bir zihinle, “Bu problemi çözmek için ne yapabilirim” düşüncesine odaklandığı için daha fazla çözüm üretiyor ve sonuçta başarılı oluyor, “Dolayısıyla özgüvenin kişiyi başarıya götüren bir anahtar olduğunu düşünebiliriz. Hatta en önemli anahtarlarından bir tanesi… Örneğin sınava hazırlanmaya çalışan bir öğrenciyi düşünelim. Ne kadar iyi çalışsa da kendine olan güveni düşükse, bu durum bir müddet sonra kaygı bozukluklarını da beraberinde getirecektir ve hatta sınav kaygısına dönüşerek çocuğun performansını kaygıya dönüşmüş olarak olumsuz yönde etkileyebilecektir. Yani özgüven eksikliği aynı zamanda dolaylı yoldan sebep olduğu bir takım sorunlara da zemin hazırlar. Bir de tabii bilimsel literatürde savunmacı kötümser olarak adlandırılan bireyler var ki bu bireyler geçmişteki başarılarına rağmen durumla ilgili beklentilerini düşük tutarak bilişsel bir strateji geliştirirler, bu sayede olası başarısızlıklar ve hayal kırıklıklarına karşı kendilerini korumaya çalışırlar.”
Canel günümüz çocuklarının özgüven geliştirme konusunda şansız bir çağda yaşadığını düşünüyor, “Hızla değişen bilim ve teknoloji, medyanın etkisi, sürekli sınav kaygısı taşımak, mükemmeliyetçilik baskısı gibi durumlar çocuklarımızın özgüvenlerini düşürüyor” diyor.
Özgüven stabil değildir
Tabii özgüveni her an stabil halde ve değişmez bir durum olarak da algılamamak gerek. Bazı durumlarda kendimiz daha çaresiz hissederken, bazı durumlarda daha güçlü hissedebiliriz.
Fakat iyi haber şu; tüm bireyler potansiyellerini kullanmak, kendilerini gerçekleştirmek için temel bir istek duyuyorlar ve bu çabayı göstermeye doğuştan meyilliler. Önemli olan büyürken bu güçlerinin yitirtilmemesi… Bu anlamda da aileye ve çevreye görevler düşüyor.
Canel, ailenin tutumu özgüveni nasıl etkiler sorusunu ise şu şekilde yanıtlıyor; “Ailenin bu konudaki tavır ve tutumları ilk önemli çevreyi sunar. Aileler bazı konularda özgüveni yücelten geri bildirimlerde bulunurken bazı durumlarda bunu düşürebilirler. Örneğin cinsiyete dayalı beklentilerine uygun davranışları pekiştirirken, uygun olmayanları eleştirip durdurabilirler. Bir kız çocuğu domestik (evcil) davranışlar sergilemeye karşı cesaretlendirildiğinde bu konuda özgüveni gelişirken, daha dominant (baskın) hareketler sergilediğinde engellenebilir ve özgüvenini yitirebilir. Bu yüzden çocuklara cinsiyet ayrımcılığı yapmaksızın kendilerini deneyimleyebilecekleri ve özgüvenlerinin geliştirebilecekleri ortamlar sunulmalıdır.”
Mükemmellik beklentisi özgüveni baltalar
Her anne-baba çocuğun hayatta başarılı olmasını ister. Gel gelelim bunu okul başarısına endekslemenin de riskleri var. Canel, “Çocuğun yetersizlik ve yeteneksizlikleri sürekli altı çizilen unsurlar olursa, bir müddet sonra benlik algısına yerleşecek ve tüm eylemlerini şekillendirecektir. Özellikle başarı odaklı aileler bu konuda büyük risk altındalar çünkü yüksek başarı beklentileri çocukların daha başarılı olmalarının bir güvencesi olmadığı gibi, özgüvenlerini düşürmenin de garantisidir. Pek çok aile oluşturduğu mükemmeliyetçilik beklentisini normal zannediyor ve bekleyişini yüksek tutmasının başarıyı arttıracağını düşünüyor. Oysa sonuç daha fazla hayal kırıklığı yaşayan, hayal kırıklıklarını tolere edemeyen ve neticede özgüven kaybı yaşayan çocuklar. Çocuklara kendi yeterlilikleri içerisinde oldukları gibi kabul edildikleri ortamlar sunmak yerine, başkaları ile rekabete zorlandıkları, yarıştırıldıkları ortamlar sunmak özgüven kaybını baş nedeni. Bir çocuk başkaları ile değil, kendi ile rekabet etmeli. Örneğin sınavdan 70 almış bir çocuğa, “Ayşe kaç aldı?” diye sormak yerine, “80 almak için ne yapabilirsin?” diye sormak çok daha destekleyici ve kabul edici bir tutum sergilemek anlamına gelir” diyor.
Kişinin özgüven kaybı, aynı zamanda çocukların empoze edilmeye daha açık hale gelmesine neden oluyor. Kendine güvenmemek, hayır deme becerisini düşürdüğü için, örneğin ergen gruplarında kendinse sunulan sigaraya veya maddeye karşı yeterli direnci de gösteremiyor.
Tüm bu bilgilerin ışığında ailelerin çocuğun özgüveni konusunda farkındalık kazanmalarında ve çocuğa doğru argümanlarla yaklaşmalarında büyük fayda var.
Doç. Dr. Azize Nilgün Canel kimdir?
Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü Psikolojik Danışma ve Rehberlik Ana Bilim Dalı’ndan 1990 yılında mezun oldu. Mezuniyetinin ardından yüksek lisans eğitimini Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitimde Psikolojik Hizmetler Ana Bilim Dalı’nda (1993), doktora eğitimini Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Psikolojik Danışma ve Rehberlik Ana Bilim Dalı’nda (2007) aile üzerine hazırladığı teziyle tamamladı. Halen Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü öğretim üyesi olarak devam ediyor.
İstanbul Üniversitesi Psikolojik Danışma ve Rehberlik Ana Bilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak başladığı (1992) akademik yaşamına, Çift ve aile üzerine üç kitap yazdı, çeşitli kitaplarda bölüm yazarlığı yaptı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın Türkiye için hazırladığı Aile Eğitim Programı’nda yer aldı. Türkiye’nin çeşitli illerinde kullanılan “Evlilik ve Aile Hayatı” ve “Aile Yaşam Becerileri” eğitim programlarını hazırladı. Aile terapisi, evlilik danışmanlığı, çift terapisinde süpervizyon, REBT (Akılcı Duygusal Davranışçı Terapi), çözüm odaklı danışmanlık, impact terapi ve naratif terapi üzerine yurt içi ve yurt dışında çeşitli eğitimler aldı. Marmara Üniversitesi’nde lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde çift ve aile danışmanlığı, psikoterapiler, postmodern ve kısa terapiler, yaratıcı düşünce ve yaratıcı danışmanlık gibi çeşitli dersler veriyor.