İki çalkantılı hayatın yolları bir Sufi ustanın yanında kesişiyor, ortaya bir Derviş Baba Deliler, Abdallar, Meczuplar, Aşıklar Kahvehanesi’ni çıkıyor. Açlar doyuruluyor, evsize barınak, işsizlere iş bulunuyor. Musa Dede ve Ali Denizci’nin insanın tüylerini diken diken edecek hikayesine buyurun.
Pozitif dergisinde yayınlanmıştır. Telif hakları DBR’ye aittir.
İki çalkantılı hayatın yolları bir Sufi ustanın yanında kesişiyor, ortaya bir Derviş Baba Deliler, Abdallar, Meczuplar, Aşıklar Kahvehanesi’ni çıkıyor. Açlar doyuruluyor, evsize barınak, işsizlere iş bulunuyor. Yetmiyor madde bağımlıları hayata kazandırılıyor ve bu sevap için, yardımseverlik için değil böyle bir borcumuz var diye yapılıyor. Musa Dede ve Ali Denizci’nin insanın tüylerini diken diken edecek hikayesine buyurun.
Musa Dede’yi önce Hürriyet’teki dini, sufiliği anlatan yazılarından tanıdınız, sonra yazılarını topladığı Gölgenin Hakikati kitabı ile… Ali Denizci’yi ise TEDx konferansında “Görüyorsam, Duyuyorsam, Sorumluyum” deyişiyle… Hatta bir yalıda doğup ailesinin tüm servetini reddederek bir dönem sokaklarda, hatta bir mezarda yaşaması, buradan yepyeni bir hayat felsefesi devşirmesiyle…
Bu iki çalkantılı hayatın yolları bir Sufi ustanın yanında kesişmiş, kendi deyimleriyle birbirlerinin pasını atmışlar. Sokaktaki delilerin, meczupların, yardıma ihtiyacı olanların yararlanabileceği Balat’ta bir kahvehane açmışlar birlikte. Burası bir kahvehane olmaktan çok, ihtiyacı olan herkese yardım eden bir yere dönüşmüş. Derviş Baba Deliler, Abdallar, Meczuplar, Aşıklar Kahvehanesi’ni Cihangir’deki Derviş Baba Kahvehanesi izlemiş, sonra Edirne ve devamı da yolda!
Musa Dede ile bizim başka bir hikayemiz var. Üniversitede aynı sınıftaydık, o zaman adı Lari Dilmen’di. Bir trafik kazası geçirmiş, yanındaki kız arkadaşı ölmüştü ve dava devam ediyordu. Sonra birden kayboldu. İsrail’e gittiğini duyduk, izini kaybettim. Ara ara hep aklıma geldi, “Ne yapıyor acaba” dediğim günler oldu. Bir gün Yaprak, “Bu kişiyle röportaj yapar mısın diye” e-posta attı, “Buradan bakalım sana ne çıkacak” diye de eklemişti. Onun Lari olduğunu bilmeden numarayı aradım. Röportaj için bir araya geldiğimizde bunları söyledim Musa’ya, “Evrene mesaj gönderirken dikkat et, dönüyor bir şekilde” dedi gülerek. Lari dönüşmüştü ve sufiliği seçmişti!
Musa seninle başlayalım. Gürcü bir anneden, Seferat Yahudisi bir babadan dünyaya gelmişsin. Çocukken din algın nasıldı?
Babam annemin ailesine iç güveysi girmiş. Büyükbabam ben doğmadan vefat etmiş. Beni anneannem yetiştirdi. Anneannemler Gürcistan’da büyük bir aile. Büyük büyük babam Gürcistan Kutaysi’de büyük bir din alimiymiş. Orada hala ayakta duran en büyük sinagog büyük babamın adına. Dolayısıyla ciddi bir dini damar var. Gürcü Yahudileri izole bir camia olduğu için Hz. Süleyman’ın mabedi yıkıldıktan sonra muhtemelen İran üzerinden Gürcistan’a kaçmışlar. Dolayısıyla dini otantisitesini iyi muhafaza etmişler. Anneannem dindardı ama yobaz değildi, tanıdığım ilk sufi meşrep kadındı. Çok hoşgörülüydü. Kocasını, kardeşlerini kaybetti, Sibirya’da ölenler, kaçışlar… Kolunu kırınca sol elle yazmayı öğrendi, 13-14 dil konuşurdu, 10 parmak piyano çalardı, kazaska oynardı. Çok renkli bir kadındı.
Sufi meşrep ne demek?
Bence tasavvuf okuluna gitmeden kendi gönül aleminde o okulda öğretilen değerlerin canlı olduğu kimse… Anneannem bana çok nüfuz etti, elinden Tevrat’ı düşürmezdi. O zamanlar radyo vardı, büyüklerin masal anlatması geleneği canlıydı, onun hikayeleriyle büyüdüm. Bunlar genelde Tevrat hikayeleriydi ve ben Hz. Musa’yı kendime idol edindim. 3-4 yaşındayken bana “Büyüyünce ne olacaksın” diye sorduklarında “Peygamber olacağım” derdim. 0-5 yaş çocuğun temelinin oluşması için önemli bir yaş. Ben çok temel din terbiyesi aldım ama bu din terbiyesi kuralcılıktan ziyade Allah’ı, peygamberleri sevmekle ilgili. Bugünüme gelmemde bunun çok faydası var. Dinle ilişkim bu şekilde temellendi.
Müslüman bir ülkede yaşayan Musevi bir ailede kendini Türkiye’ye ait hissediyor muydun?
Ben kendimi uzun süre hiçbir yere ait hissetmedim, her yere ait hissettim. Sadece Musevi olmak değil. Musevilerin arasında da bir taraf Seferat bir taraf Gürcü olduğu için tam bir yere uymuyorsun. Burada Seferat Yahudileri ağırlıklı, evde Ladino konuşurlar. Bizim evde baba tarafı Seferat dili konuşur, annemle anneannem Gürcüce konuşur, benimle Türkçe konuşulur. Annemle babam benden gizli konuşmak istedikleri zaman Fransızca konuşuyorlar. Ben dört dille büyüdüm. Zaten soyadımız Dilmen.
Bu çok kültürlülük daha evrensel bir duruş getirdi bana. Ne hepsi ne hiçbiri gibi bir şeysin. Biraz kara koyun gibilik aynı zamanda. Ama kendini bir yere ait hissetmek istiyorsun. Bu aidiyeti de insanlık ailesinde buldum. Eğilimlerim dünya müziği gibi evrensel değerler oldu. Bugün bulunduğum yerle de çatışmıyor bu. Çünkü tasavvuf evrensel bir değer, bütün insanlığı sevmekle ilgili. Bunun yanında insanlığa hizmet yapacaksan, ekmek yediğin, yaşadığın, nefes aldığın mahallenden, şehir ve ülkeden başlaman, oranın dertleriyle ilgilenmek doğal olarak kaçınılmaz. Semazenin dönüşü gibi. Bir ayağını merkezlemen gerekirken öbür ayağının bütün zaman, mekan, bütün alemleri dolaşıyor olması lazım. Benim bir ayağım dolaşıyordu ama merkez ayağım zayıftı. Şimdi o merkez ayağımın kuvvetlendirmiş olduğunu hissediyorum.
Üniversite döneminde kendini nasıl görüyordun?
Seninle tanıştığımız zamanlarda insanları kültürel ve ırksal faktörlerden ziyade, iyi insan kötü insan olarak sınıflandırıyordum. Kültürel altyapıyı anlamak istiyor, merak ediyor, bunu kültürel bir zenginlik olarak görüyordum, bu sonraları müzik hayatıma çok tesir etti. Zaten farklı altyapıdan gelenlerin çoğu ya kendi kültürünü aşırı benimser, faşizanlığa giden etnik kimlikle aidiyeti ortaya koyar ya da geniş bir aidiyet düşüncesi edinir.
Üniversitedeyken başka bir ülkeye gittin. O süreçte değişik meslekler yapmışsın. Onların hayatındaki karşılığı ne?
Bir şeyi bir sebeple yaşıyorsun ve onun sana hayatının ileri aşamasında bir açılımı oluyor. Yaşadığım kaza derin bir travma yaşattı bende. Davası sürüyordu ve çok üzerime gelindi. Belki ben öyle hissediyordum. Davacı tarafın ailesi hak arayışı süresince, çok duygusal bir şey yaşadıklarından bazen bizi çok incitebilecek şeylerle karşılaştık. Hakkaniyet sınırlarını aştığını düşündüren şekillere vardığı oldu. O süreçte camiada ve kendi arkadaş grubumda tam bir yarılma oldu; bir yanda beni suçlayanlar bir yanda sahip çıkanlar. Turnisol kağıdı gibi oldum içinde bulunduğum ortamda.
Sen kendini hangi tarafta hissettin?
İki tarafta da. Bir yandan suçluluk duyguları, o tarafın duygusunu paylaşma, benim acım da büyüktü. Diğer yandan bunun kader olduğu, yaşanması gerektiği düşüncesi, hayra vesile olma potansiyeli… Kazayı kare kare kaç defa aklımdan geçirdim. Öyle bir hazırlık süreci var ki çarpma noktasına gelene kadar sanki her şey kaçınılmaz bir şekilde beni oraya götürmüş. Bu da yorucu bir şey. Dava tamamlanınca yurt dışına çıkma yasağım kalktı, nefes almak için İsrail’de halamın yanına gittim. Bir aylığına gidip üç sene kaldım. Dava maddi manevi ailemi çok yıprattı, o yaşta ayakta durmayı öğrenmem gerekti. Çeşitli renkli bir ortamın içine girdim. Manevi gelişimimde o üç sene çok etkili.
İsrail’e nasıl biri olarak gittin? Oradan nasıl biri olarak döndün?
Biraz bunalımlı, sorunlu biri olarak gittim. Daha gün görmüş, bazı hesapları halletmiş, kendi ile bir noktada helalleşmiş, daha geniş dünya vizyonu ile geri döndüm.
Geldikten sonra da arayışın devam etti ama değil mi?
Evet. Çünkü insanı bir ağaç gibi düşünürsen, ağacın hastalığını kökten halletmedikçe iyileşme olmuyor. Bizim tıbbımız semptomatik yaklaşıyor. Başın ağrıyor, ilaç alıyorsun, başının ağrısı geçiyor ve sonra yine başlıyor. Onu kökten halletmediğin sürece nüksediyor. Orada bir iyileşme yaşamışım ama tam köklerini iyileştirememişim. Hayatın zorlaştığı bir yerde o hastalık yine yer buluyor. Köke inene kadar bir çıkıyor bir iniyor. Hepsi de bir şeyler katıyor. Köke biraz daha inmeye doğru gidiyorsun.
Bir dervişle tanışmak senin için dönüm noktası olmuş. Bunun gibi başka yapıtaşları var mı hayatında?
Kaza büyük kırılmaydı, İsrail’de savaşı yaşadım. Birinci Körfez Savaşı’nda kafamıza 200’e yakın skut indi. Millet sığınaklara kaçarken bir arkadaşımla binaların tepesine çıkıp gaz maskemizi takıp izliyorduk, vurur mu vurmaz mı diye bakıyorduk. Hiçbir şeyin insanın elinde olmadığını düşünüyor ve yaşıyordum. Nitekim öyle zaten. Kısmen verilmiş cüzi bir irademiz var. Onun dışında fazla yapabilecek bir şeyimiz yok. Ölürsem ölürüm. Vaktim gelmediyse de ölmem zaten. Ha sığınağa inmişim ha binanın tepesine çıkmışım, fark etmiyor diye düşünüyordum. O süreç de kırılmadır. Bir taş atarsın dalga dalga açılır ya, hepsi farklı aşamalar ama aynı taşın dalgaları sanki. Ondan sonra meditasyona başlamam bir kırılma. Daha sonra sidi teknikleri, yogi uçuşu gibi çok ileri meditasyon teknikleri, öyle manevi tarafa verdiğim bir ağırlık.
İsrail’den döndükten sonra hızlı bir hayat yaşamışsın. Bir tarafta partiliyordum kirleniyordum, bir taraftan da meditasyonla arınıyordum, diyorsun. Bu nasıl bir psikoloji?
Çok insani bir şey. Günah işleyip tövbe etmek gibi ama tövben tam olmamış olduğu için tekrar aynı şeyi yapıyorsun. Samimi tövbe, bir daha yapmayacağım diyip onu yapmamak demek. Nefsine her gün yenik düşmek, her gün acziyetinle yüzleşmen, senin bunu hala kabul etmemiş olman gibi bir şey.
Bunu bir yaşam biçimi olarak alıp Allah’tan kopuk yaşadığın zaman problem oluyor. Gece yaşa gündüz yaşa, fark etmez. Allah ikisini de yaratmış. Eğlenmeyin, gülmeyin, birbirinizi sevmeyin de demiyor. Ama bunun bir edebi, bir bağlamı var. Biraz ne yaptığın değil de nasıl yaptığında ilgili. Ben daha çok ne yaptığımla ilgili problem aramışım. Bugün bakıyorum ki aslolan ne yaptığım değil nasıl yaptığımmış.
Nasılın içerisinde karşı tarafı etkilemek mi var? Negatif ya da pozitif olarak bir insanın hayatına değmek olarak soruyorum.
Çok gönül almışım, çok gönül kırmışım. Kirlenip temizlenme gibi iki taraf da var, çünkü nefsanisin. Nefsini put edinmiş olduğunda işine geldiği zaman iyilik yaparsın. İyiliği başkasına değil kendine yarayacak şekilde yaparsın. O kişi zarar görür veya görmez. Görmesini istemezsin ama çıkarlar çatıştığı zaman tercihi kendinden yana kullanırsın. Şimdi mümkün mertebe karşındakini kendinden önce düşünmeye gayret ediyoruz. Oluyor mu dersen… Bence yeterli değil.
Bugün de içinde gitgeller var mı, yoksa artık her şeye karşı net misin?
Ne istediğimi biliyorum, nasıl olacağı planlarım Allah’ın planları ile örtüşmediği sürece sadece komiklik. Bunu öğrendim.
Ali Denizci ile nasıl tanıştınız?
Ustamın bir sohbet meclisinde tanıştık yedi sene önce. Daha önce de Şişhane’de bir evde teğet geçmişiz, hatırlamıyorum.
Ali Denizci: Ben de hatırlamıyorum. Yoğun alkol ve uyuşturucu kullandığım dönemler. O zamanlar kiminle ne konuştum hatırlamıyorum, çünkü hep kafalar çok iyi. Şişhanede bir ev var, gidip kafayı çekip felsefe, tasavvuf tartışıyoruz.
İkinizin de hayatında usta ile tanışmak bir kırılma noktası. Usta kim?
Işıl ışıl yakışıklı babacan bir adam. Her yerde yaşar. Amerika, İtalya, Barcelona, Hindistan, Tanzanya. Nerede ona ihtiyaç varsa orada yaşar. Bir sürü yerde yaşar.
Karşılaştığınızda?
O zaman Pierre Loti’deydi evi. İnsanlar evine geliyor, sohbet ediliyor. İhtiyaçlarımız giderilmeye çalışılıyor mümkün mertebe. Oradaki ev sahipleri meğer Sufi dediğimiz kimselermiş. Hizmet üzere yaşam tarzları olduğu için açsan açlığın gideriliyor. Bir dergah, bir kurum yok. Tamamen dostluk çerçevesinde. Dergahı dört duvar olarak algılama temahülümüz var. Nerede bir usta varsa orası dergahtır. Öyleyse o zaman orası dergahtı diyebiliriz. Nihai hedef de binalardan kurtulup gönlünü dergah haline getirmen.
Ali Denizci: Orası şu anlamda dergah değildi. Her türden insan geliyordu. “Kara çarşaf giymek zorunlu mu”dan “Kırmızı kilotlu çorap giymek caiz mi”ye kadar abuk subuk sorular soran, okunmak üflenmek isteyen insanlar da geliyordu. Onlar kalıcı olmuyordu. Dergah daha çok aynı noktaya yürüyen ya da hedefi Allah’a varmak olan insanların toplandığı yer. Dede’nin söylediği de doğru. Fakirin algısı da bu biçimde.
Bir de Ayşe Arman ile yaptığın röportajda “Aslında tek bir din var” demişsin.
Ben böyle duydum ustamdan, gönlüm de bunu tasdik etti. İnanıyorum bunun böyle olduğuna. Allah’ın kitabında da buna ait pek çok işaret var. Doğru gözlükle bakınca görüyorsun.
Bir dine mensup olmak ve bunu ilan etmek şart mı?
Ali Denizci: Din üstü olarak kendini gören insanlar var. Dinleri bilmeden, okur makamında genel izleyici gibi bütün kitapları şöyle bir okuyup burun kıvırarak dinler üstü olduğunu iddia eden insanlar… Allah yardımcıları olsun. Ateistleri severim. Kafaları çalışır. Deistler agnostikler iyidir ama bir şeyin üstüne çıkmak onu yalayıp yutmakla olur. Hiçbir şey bilmeden üstüne çıkmak kibir.
Musa Dede: Dini doğru anlamak lazım. Dinden nemalanan insanların kendi nefislerinden dolayı yaptıkları tarifin çok üzerinde bir kavram bu benim için. Bunun bir hakikati var. Bir de o hakikatinin fragmanları. Bir sufi hikayesi var. Aynı dili konuşmayan bir tüccar kafilesi bir yerde oturmuş. Kazandıkları parayla ne yapacaklarını konuşuyormuş. Biri üzüm alalım, öbürü şunu, diğeri bunu alalım diyor ve kavga başlıyor. Bir sufi geçiyor oradan. Siz niye kavga ediyorsunuz diyor. Hepsi kendi dilinde meramını anlatıyor. “Siz bana paranızı verin diyor” sufi, çarşıdan üzüm alıp ortaya koyuyor. Hepsi de “Bizim istediğimiz buydu” diyor. Meğerse istedikleri aynı şey, dile getirişleri farklı imiş. Biz de böyleyiz.
İslâmiyet tek dil konuşmak gibi. İnsanın hakikatine giden yol. İnsan hakikatini aramaya karar verdiğinde ister istemez bunun içinde oluyor, ama merkezinde, ama kenarında, ama çeperinde… Ustam; “Evladım din insana hizmet etmek üzere var, insan dine hizmet etmek üzere değil!” Burada amacın araçla karıştırılmaması lazım. Din araç. Amaç da insan-ı kamil. Yani insanın hakikatini bilip bununla yaşaması. Sen yardımseverlik önemli deyip iç dünyanda bulduğun zaman zaten Allah’ın dini ile örtüşüyorsun. Bizi çok korkuttukları için din ile Allah’a bir kesim çok tepkisel, bir kesim de bunları putlaştırmış durumda. Hakikati bakımından din insanın olgunlaşması için mükemmel bir öğreti ve evet Allah bir, dini de bir!
Kitabının adı Gölgenin Hakikati. Bu ne demek?
Kitabın kapağında bir asa ve kalem var. Bu Hz. Musa’nın asası ve asanın bir de gölgesi var. Yılan şeklinde… Kendi aldığım isim de Musa. İnsan bir isim aldığı zaman kendini sorguluyor. Çocukken peygamber olmak için dua ediyordum, şimdi o düzeyde değil ama en azından sevdiğim peygamberin ismini almakla bir yerde o dua cevaplanmış oluyor. İsmi aldık ama asa nerede? Elimdeki kalem. Kendimde onu buldum. Onun için asanın kaleme bir göndermesi var. Gölgesi de Hz. Musa’nın meşhur hikayesi; asasını atar yılan olur. Ve o yılan büyücülerin yılanlarını yutar. Yani Hz. Musa Allah’ın izni ve yardımıyla nefsine hakim olur. Bana göre Hz. Musa Allah’ın asası adeta, yılan da Hz. Musa’nın nefsi. Asa elif harfi gibi dimdik ayakta duran insanın hakikatini temsil eder. Nefsi emare denilen, insana kötülüğü emreden nefs mertebesi de yılanla temsil ediliyor çünkü yılan bizim hayvani tarafımız. Hayvan ne yapar? Yemek, içmek, çiftleşmek, ortamına hakimiyet kurmak için gerekirse her şeyi… Asada kamil insanı temsil ediliyor. Yani nefs-i kamile, nefs-i safiye dediğimiz mertebe.
Bu kitap bir rehber mi?
Öyle bir iddiası yok ama kendini bulma yolunda yürüyen insanın tüm insanlıkla ortak paydayı bulması bakımından bir rehber olabilir. Kitap çıktıktan çok kısa bir süre sonra gönüllü sayımız arttı.
Ali Denizci: Fakir gene alçakgönüllülük ediyor, bu kitapla intiharın eşiğinden dönenleri biliyorum. Kahveye gelip hüngür hüngür ağlayanlar da var, eskisi gibi lay lay lom gelenler de. Ama Dede’nin kitabını okuyup da gelen boş bir tane adam bile yok.
Kitabında yedi nefsi sıralamışsın. Bu yedi nefis erkekleri tanımlıyor, kadınlarda da aynı mı?
Tabii ki bu insanla ilgili. Kadında yedi, erkekte üç ya da dokuz, böyle bir şey olmaz. Bir kere hakikatimiz bakımından esas bizim ruhumuz. Bir cismimiz var, bir de latif tarafımız yani ruhumuz, Allah’ın bize üflediği. Hakikatimizden bunu anlıyor ve kastediyorum. Ruhun da cinsiyeti yaşı yok. Nefs mertebeleri anlatılırken cinsiyete atıf ve yaş olamaz. İnsan kemalata 10 yaşında da ulaşabilir, 70 yaşında da ulaşamayabilir.
Hep aşk diyorsun. Sen kadın ve erkek ilişkilerini kendi içinde nasıl çözüyorsun? Birini sevmek senin için ne ifade ediyor?
Zinadan kaçınıyorum. O da şu, gönlün zinası var. Yani senin bir gönül bağı kurmadığın, sevmediğin kişi ile bir ihtiyaç gidermek için şehveti sevgi gibi paketleyip yaşamanın zina olduğunu fark ettim. Zina da insanın vicdanını rahatsız eden, onu huzurdan uzaklaştıran bir şey. Huzur Allah’ın huzurunda olmak. Biz sevgilimizin karşısına çıkacağımız zaman dikkat ediyoruz, temizleniyoruz, koku sürünüyoruz, Allah’ın huzurunda olmak gerekiyor, o sevginin doğası bu çünkü. Sen kirli vicdanla o huzurda kendini hissedemiyorsun. Vicdanının rahat olması da samimi, gerçek bir gönül bağı olan kişi ile yakınlık kurmakla bağlantılı. Ben bunu yapamayıp biriyle beraber oluyorsam nikahımız kıyılmış olsun ama benim gönlümde o yok, benim için o zina. Yani evlilik kontratı da seni zinadan kurtarmıyor. O bakımdan ilişkilerimde bunu gözetmeye çalışıyorum.
Allah bakımından da Hz. Pir öğrencilerine, “Size sevmeyin demiyorum, her şeyi yerli yerinde sevin” diyor. Yani arabanızı arabanız gibi sevin arkadaşınızı arkadaşınız gibi, eşinizi eşiniz gibi, çocuğunuzu çocuğunuz gibi, peygamberinizi bir peygamber gibi, Allah’ı da bir Allah gibi sevin diyor. Allah yerine arabanı koyduğun, maddiyatı put edindiğin zaman problem başlıyor. Halbuki Allah’ı en sevilmeye layık tahtına, kendi iç dünyanda yerleştirdiğin zaman eşini eşin gibi sevmen lazım. Çok sevmen lazım. Diğer kadınlara göre daha el üstünde tutacaksın. Çocuğunu tabii ki seveceksin, kollayacaksın, gözeteceksin, ihtiyaçlarını karşılayacaksın. Bunların hepsi bana göre helal dairesinde şeyler, bir edebi var işte. Her şeyin bir edebi var. Çiçeğin ebedi baharda açmak, arının edebi bal yapmak, insanın edebi de bu aşkı yerli yerine koymak ve doğru şekilde yaşamak. Her şeyden önce saygı duymak!
Derviş Baba Kahvehanesi’nin kurulma hikayesi nasıl?
Mekanın motoru Ali’dir. Bana göre biz kaşındık ama iyi ki de kaşınmışız. Dualarımızla ustamızın meclisindeyken bir baktım Ali buranın meramını anlatıyor. Usta da dedi ki “O zaman sen yap.” Ben de “Benim de böyle bir dileğim var” diyorum. Usta da “Sen de ona yardım edersin” diyor. Ertesi gün kendimizi Balat’ta buluyoruz. İki sene kadar daha yakın süreçlerimiz vardı, şimdi gazete ve okula başlamamla çok aktif değilim.
Geçimini gazete mi sağlıyor?
Evet, cüzi bir maaşla geçiniyorum. Biz buradan para kazanmıyoruz. Sen ayakta duramazsan nasıl yardım edeceksin? Senin hizmetinin bir parçası hizmet edilebilirliğini gözetmen ve bana yazarlık kapısı açıldı.
Ali’nin hikayesini çok merak ediyorum. TEDx’te çok para kazanmanı ve sürekli kaybetme korkunu anlatıyorsun.
Ali Denizci: Herkesin kaybetme korkusu var ben herkesin duygularını söylüyorum. Para ve sahip olduğun şeyler arttıkça korkuların artar. Sahip olduğun her şeyi, yani Allah’ı rızasını kaybetmekten korkacak hale gelirsen, korkacak başka bir şeyin kalmaz. Çünkü sahip olduğunu düşündüğün şeyler bir süre sonra sana sahip olmaya başlarlar. Londra’da yapılan bir araştırmada halkın % 90’ının geleceğinden korktuğu ortaya çıkmış. İngiltere’nin göbeğinde insanlar bunu yaşarken Türkiye’de insanlar bunu niye yaşamayacak? Sadece bunu dile getirmiyorlardır.
Herkesin kaygıları bende de var. Bende ekstra olan daha somut biçimde kendimi arıyor oluşumdu. Yüzleşmem gerektiğini fark ettim. Amaçsız bir tarafım her zaman vardı ve yüzleşmemi yaptım. 30 yaşıma gelmeden 8.5 ay sokaklarda kaldım. Sokaklarda yaşamış, kendi ile korkuları ile yüzleşmiş bir insanım. İşsiz kalırsan sokaktaki adamlardan biri olursun gibi korkutmalar vardı. Keşlerin yaşamına bakıyorum, gayet de güzel yaşıyorlar. Onlarla sohbet ediyorum. İhtiyaçları ne? İçki ve yemek. İstanbul sana istediğin her şeyi veriyor. Ben 5-10 senedir yemeğe para veriyorum. İstanbul’da istediğin yerden, istediğini yersin. Herhangi bir bahçeden kopartacağın kamışa üç metre misinaya iğne bağlar birkaç kilo istavrit tutarsın. Karın doyurmak bu kadar zor değil. Amaç karın doyurmak mı yoksa lüks bir yerde yemek mi? Arabanın seni bir yerden bir yere ulaştıracak teneke yığınıdır. O araba amacın haline gelir, arabanın kölesi olursun. Evlenmek, yaşamı biriyle paylaşmak, birlikte benzer yönlere doğru hem içsel hem dışsal yolcuğunu yapmaktır. Ama karın yada kocan bir süre sonra çocukların tanrın haline geliyor. Tüm bunları görüp ne kadar aptal olduğumu fark etmeye başladığımda yüzleşmem gerekti ve yüzleştim.
Mezarlıkta da yatmışsın, neden?
Doktorlar siroz olduğumu ve bir yıl ömrüm kaldığını söylediler. Ben de onunla yüzleşmek istedim. Mezarlığın etrafında 20-25 metrelik alanı gözümle görebiliyorum. Bir gün felaket kar yağdı ve 20-25 gün kaldı. 20-25 metrelik mesafede önüm zaten uçurum. Arkam mezarlık ama benim yemeğim her gün geliyor. Bırak insanı, köpeklerin, kedilerin bile ayak izi yok. Bir gün merak ettim, nereden geliyor bu yemekler diye. 20-25 metrelik mesafeyi yürüdüm. Tek bir ayak izi yoktu. Mezarlıkta yaşadığımı bilen 5-6 arkadaşım vardı. Daha sonra biriyle evlendim zaten. Onlar haftada bir yanıma gelirlerdi. O yoğun tipi ve kar yağışından ötürü kimse uğramadı. O zamanlar içki stoklayacak durumum yoktu. İki gün içmezsem yoksunluk krizine girerdim. Öyle bir krize de girmedim. Mezarlıktan 8.5 ay sonra çıkıp oğlumu görmeye gittim. Mezarlıkla ilişkim bitmiş, tedavi olmuştum.
Sekiz buçuk aylık bir süre sonunda çıkışını ne tetikledi?
O zamanlar halüsinasyon dediğim ama şimdi halüsinasyon olmadığını düşündüğüm bir görüntü! Klasik aksakallı dede vardır ya, “Hadi evladım zamanı geldi, oğlunu son kez gör” dedi. Ben de ölüm vaktimin geldiğini düşündüm, İstinye’ye hamama gittim. Yıkandım, saçlarımı sakallarımı toplayıp İzmir’e gittim. Oğlumu uzaktan gördüm. Sonra Alsancak’a gidip sızdım. Sabah sporu yapan bir hanım yanımda durdu ve konuşmaya başladık. Alkolik olduğumu öğrenince hikayesini anlattı. Tavsiyesiyle İstanbul’a dönüp adsız alkolikler grubuna girdim. İçkiyi bıraktım.
Ailen o kadar uğraşmış, olmamış, tanımadığın bir kadının sözü nasıl tesir etti?
Hani bir laf var ya damdan düşenin halinden damdan düşen anlar. Benim şu an telefonumda bin tane arayabileceğim alkolik ve madde bağımlısı arkadaşım var. Beni de arıyorlar, çünkü duyguların ne olduğunu biliyoruz. Alkolizm, bir sonuç. Seni bu sonuca götüren nedenleri ortadan kaldıramadığın sürece öyle ya da böyle tekrar başlarsın. Üç ay üç yıl içmezsin sonra başlarsın. Bakırköy’ün yaptığını küçümsemiyorum, Bakırköy olmasa alkol bırakılamaz. Yoğun bakım tedavisi şart. Detoks tedavisi de çok önemli ama ondan sonrası yalnızsın. Kocaman bir dünya var karşında ve o dünyada sen sadece alkol ya da uyuşturucuyla yaşamayı biliyorsun. Ayık kafa ile yaşama tecrüben yok. Bütün tepkilerin, yaşamı kavrayışın ona bağlı. Bakkaldan bir şey istemeyi bile bilmiyorsun. İlk ayıldığımda dehşet içinde bir şeyi fark ettim, İstanbul’da içki içilmeyen hiçbir yer yok! Halbuki bir sürü yer varmış, sadece ben bilmiyormuşum. Sonra yeniden yaşamayı örgendim. Derviş babayı hemen hemen o grubun ilkeleri doğrultusunda yönetiyoruz. Her grubun kendi içinde özerk olması gerek. Kirayı kim ödüyorsa patron odur. Grup kendi kirasının kendisi ödemek, kendi kendisine yetmek zorunda ki hiçbir şekilde otoriteden, belediyeden, devletten yardım almak zorunda kalmasın.
Cihangir’deki Derviş Baba Kahvehanesi’nin hikayesi nasıl?
Usta Musa Dede ile bana Deliler Kahvesi kurun diye yol gösterildi. Balat’ta tuttuk yeri. Mahallemizin delilerini hamama götürdük. Üstleri başlarını attık, yenilerini aldık. Karınlarını doyurduk. Gelenlerden parası olan yemeğe para ödüyordu, olmayan ödemiyordu. Sonra sokakta yatan ailelere evler tutuldu, evler bitti dükkanlar tutuldu. Gıda stoklanmaya başladık, ayda bir gelip alıyorlar. Müşterilerimiz de gıda stoğuna yardımcı olmaya başladı ve bugünkü hale geldik. Sakat arabasına ihtiyacı olan biri çıktı, aldık. Protez bacağa ihtiyacı olan, yapay kemiğe gerek duyan geldi. İlişkileri kullandık, çözdük. İkimizin de çevresi geniş, çevremizin çevresini de işe katınca genişledik. Ufacık kahvehane 18 metrekarelik dev bir organizasyona dönüştü. Bu organizasyonda çalışan kimse maddi çıkar sağlayamaz, maaş alamaz. Musa Dede o yüzden bir buçuk iki sene kadar kalabildi. Son kuruşunu tüketene kadar oradaydı. Benim de tam param bitmişti ki zengin bir kadınla evlendim. Şimdi karım çalışıyor, bana göre zengin. Evin geçimini o sağlıyor, ben de onun sayesinde burayla ilgileniyorum.
Balat ile kim ilgileniyor?
Balat’la da yardımlar konusunda burası ilgileniyor. Buradan oraya yardımlar gidiyor. Balat’da depomuz yok. Depo olması gereken yeri Suriyeli çocuklar ve büyükler için sınıf haline getirdik, onlara Türkçe öğretiyoruz.
Yardımlar nasıl işliyor?
Yardıma ihtiyacı olduğunu söyleyen biri gelince kimlik numarasını alıyoruz. Araştırıyoruz onu. Gerçekten ihtiyacı varsa evlerine gideriz, buzdolabını açıp bakarız, stok durumu nedir, ne pişiriyor? Bir kere gıda yardımı yapıp geri çekilmeyiz. O ailenin yaşına, sakatlık durumuna göre devam eder. Delilerden oluşan ailelere ise yardım kesintisiz devam eder. Yedi senedir yardım gönderdiğimiz aileler var. Diyelim ki genç aile, sakatlık yok. Ortalama altı ay yardım eder, iş bulmasına yardımcı oluruz. Tembelliği finanse etmeyiz. Çocuklar varsa çocuklar ile ilgili bir şeyler yaparız. Uyuşturucu bağımlısı ailelerde genelde gönderdiğimiz şeyler satılır, o yüzden çocuklar aç kalmasın diye o çocukların kantin parası ödenir. Kalan iki gün de Balat’da ya da burada kahveye gelip karınlarını doyurmalarını sağlarız.
Yardım etmek isteyenler nasıl ulaşıyor size?
Cihangir Derviş Baba üzerinden yardım edebilirler. Genelde Türkiye’de insanların anladığı yardım, yönetmek. Gelip bize yöneticilik teklif ederler. Bizim ameleye hamala ihtiyacımızın olduğunu söyleriz, üçte ikisi dağılır gider. Kalan üçte bir gerçekte gönlünü koymaktan uzak, haz peşinde koşan insanlardır. Kimisi Tanrı’ya yaranma, yani dinle ticari ilişkisine Tanrı’yı da katma peşindedir. Bu işten sevap kazanamayacağını, yaşadığı dünyaya var oluşundan ötürü sorumluluğu olduğunu anlatmaya çalışırız, çoğu anlamaz. Başka birileri iyilik edip kendini iyi hissetme, mutlu hissetme peşindedir. Onlara da anlatırız, bu işin iyilikle ilişkisi yok bu zaten senin görevin. Bununla mutlu oluyorsan bir süre sonra mutsuz olacaksın. Çünkü göreceğin manzaralar insanı mutlu edecek şeyler değil. Çoğu gider. Doğu tipi gönüllülük, hevestir, istek yoktur. Bir konuşma yapmışımdır, gazetede haberim çıkmıştır, bodrum sahiline zavallı bir mülteci çocuğun fotoğrafı ölü fotoğrafı çekilmiştir. Binlerce insan gönüllü olmak için gelir. Bir hafta sonra içlerinden bir ikisi kalır. Hazcıdırlar. Hedonisttirler. Kısa vadeli düşünürler. Kendilerine yardım etmeyi beceremeyen insanların Derviş Baba’ya yardım etmeleri söz konusu değil. Çocuğun cesedinin kıyıya vurduğu fotoğrafın piyasaya sürüldüğü günlerde yüzlerce insan buraya geldi. Ertesi gün Balat’taki dershanemizde 30 öğrenciye 45 öğretmen düşüyordu. Cuma günü iki tane kalmıştı. O ikisi de zaten kendi gönüllümüzdü. O yüzden insanlardan bir şey beklemek yerine biz ne yapabiliriz noktasındayız.
Sistem nasıl işliyor?
Güzel giden gönüllü öğretmenlik sistemimiz var. Türkçe, gitar, keman, perküsyon, ney, İngilizce, İspanyolca, Portekizce, İtalyanca, Rusça, Almanca ve Fransızca öğretecek çok insan var. Teknik çizim, grafikerlere yönelik derslerimiz, resim derslerimiz var. Bunlar yetişkin ve çocuklara yönelik. Herkes gelip yararlanabiliyor. Tek farkı ücret almıyoruz.
Kültürel tarafımız da var. Derviş Baba Müzik Topluluğu’nu kurduk. Türk sanat musikisi, mehter, ilahilerden oluşan bir repertuar çalışılacak. Bir yılın sonunda dünyanın her tarafında festivallere bu grubu para almadan bu iş böyle yapılır diyerek göndereceğiz. Salı günleri Şule Aktar’ın, Ali Altan Saka’nin sufi sohbetleri var. Cumartesi günleri Sufi film okumaları var. Ondan sonra akupunkturun alternatif tedavi olmadığını, tedavinin kendisi olduğunu anlatan bir arkadaşımız var. Perşembe kendi kendinize bel fıtığı, boyun fıtığı, omurga eğriliklerinin nasıl düzelir semineri var. Cuma İspanyolca dersi, Balat’ta Musa Dede’nin sohbetleri var. Cumartesi günleri Arzu Karakoyunlu ile Niyazi Mısri okumaları var Balat’ta. Böyle devam ediyor…
Yeni planlar neler?
Unkapanı’nda bir yer kiraladık, Derviş Baba Külliyesi adını verdik. Orada bir anaokulu yapıyoruz. Kayıtlı ailelerin ücretsiz alışveriş yapacağı bir market, bir butik, bir ayakkabıcı, bir kırtasiyeci ve bir oyuncakçı var. İçeri giren eteğini, paltosunu, pantolonunu, çoraplarını, ayakkabılarını, çocuğuna oyuncağını, kırtasiyesini ücretsiz alacak. Aşağıda pedegog ve psikolog odaları, aile danışmanı odaları, work shop odaları, meşk sınıfları, ders sınıfları, bir kafe, çamaşırhane, ütühane, deli ve mensupların yatıracağı 10 otel odası, konferans salonunun olduğu külliye var. Bunun için para topluyoruz.
20 yaş civarı, tek çocuğu olan kocaları uyuşturucu bağımlısı genç anneler var. Bu hanımların meslekleri yok. Onlara yardım etmeyi hedefliyoruz. Beş yıldızlı otellerin şefleri bize ne yapabiliriz diye geldi. Bu genç annelere turşu, salça, reçel yapmayı öğretebiliriz dedik. Gelirini tamamen onlara bırakmak şartıyla yine geri dönüşümden yaptığımız duvar panoları, hediyelik eşyalar var. Bunların paraları bu annelere bırakılıyor. Kadın tek başına ayakta kalabiliyorsa, kocaya “Gel seni ayıltalım” diyoruz. “Bütün tedavi ve rehabilitasyon sürecini üstlenelim. Aileni kurtar. Birlikte çalışın!” Hayır diyorsa hukuk servisi devreye girer. O kadının bütün haklarını sonuna kadar savunuruz. O çocuğun rol modeli o baba olmamalı. Kadınlar ve çocuklar öncelikli. Çünkü erkekleri kadınlar yetiştiriyor. O namus cinayetlerinin hepsinin arkasında bana göre bir anne var. Anneler erkek çocuklarını erkek gibi büyütemiyor. Bizim gönüllülerimiz içinde de bunu görebilirsin. 20 bin gönüllünün içinde 5-10 tane erkek var. Geri kalan tamamen kadın. Erkekler ciddi işlerle(!) uğraşır. Kıraathanelerde okey oynar. Barlarda kızların dedikodusunu yapar, vatan kurtarır. Kadınlar ufak işlerle uğraşır. Gerçekten gönüllerini koyarlar. O yüzden kadınlar ve çocuklar öncelikli. Ne olursa olsun önce doyurmamız, sonra giydirmemiz, sonra okutmamız gerekiyor. Şu an 16 Çingene çocuğumuz konservatuarda okuyor. Üniversitedekilerin sayılarını bilmiyorum. Sanatı öğretmemiz gerekiyor. Şiddetin bir dil olmaktan çıkmasını sağlamamız gerekiyor. Bunun iki aracı var; sanat ve spor. Ayrımcılıktan uzak durmamız gerekiyor. O yüzden din ve siyasetten uzak duruyoruz. İnsanların mezhebine, etnik kimliğine göre bölünmesinin önünde durmamız, hepimizin aynı olduğunu anlatmamız gerekiyor.