Türkiye dünyanın en büyük 20. ekonomisi ve Uluslararası Yayıncılar Birliği verilerine bakarsak Türkiye yayıncılık sektörü büyüklüğü açısından dünyada 11. sıraya kadar yükseldi. Oysa hala yayıncılıkta “küçük” olmamızdan kaynaklanan sorunla boğuşuyoruz.
Pek çok açıdan Türk yayıncılığı çok iyidir. Nitelikli yabancı yazarlar dilimize hemen kazandırılır. Son zamanlarda orijinal dilinden çeviriler artıyor, üstelik çevirilerin niteliği git gide yükseliyor.
Butik yayınevleri küçük bütçelerle mucizevi işler çıkartıyor. “Yayınevlerinin fedakar çalışanları iyi ki var” dediğim o kadar çok durumla karşılaşıyorum ki! Okurlar olarak minnet borçluyuz.
Güzel ülkemin zorlu koşullarına rağmen yayıncılarımız bir ışık olsun yakmak için geceli gündüzlü çalışıyor. Ben de bağımsız çalışan bir editör olarak, kendi çapımda, onlara nasıl katkı sunabilirim diye düşünüp duruyorum. Son zamanlarda “küçüklük” sorununu kafaya taktım. Peki bu küçüklük algısı da nereden çıktı?
İlk 50’de neden yayınevimiz yok?
Publishers Weekly’de karşılaştığım bir haber beni şaşırttı.
2017 yılında dünyanın en büyük yayınevleri listesinde Hollanda, Finlandiya, Lüksemburg hatta Kıbrıs bile vardı ama Türkiye’den tek yayınevi yoktu, tabii ikna olmayıp 2018’e dair bir rapor aradım. Ruediger Wischenbart Content and Consulting’in Global 50 Yayıncılık Sektörünün Dünya Sıralaması 2019 Raporu’na göre ise Birleşik Krallık, Kanada, Almanya, ABD, Almanya, Çin gibi “büyük” ülkelerin yanında Hollanda, Danimarka, İsveç, Belçika, Finlandiya ve yine Kıbrıs yer alıyor.
Bu durumu, “Halkımız okumuyor” ile açıklayabilir miyiz ya da “Türkçe yaygın dil değil” diyerek… Burada tüm tarafların, yani yayınevi, okur, yazar, yayıncılık çalışanları ve devlet payına düşen bir küçüklük sorunu var. Anlatayım.
Tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan?
Yayıncılıkta durumumuz ara başlıktaki mevzuya benziyor. Hemen örnek vereyim. Yazar adayımızın adı Öykü Turan olsun. Öykü yazmayı çok seviyor ve yazar olma hayalleri kuruyor. Türkiye gibi bir ülkede bunun ne kadar zor olduğunun farkında… Yazarak “zengin” olmuş 1–2 kişi biliyor ama kendini onlar kadar yetenekli görmüyor. Oysa hayallerini imza günleri, ona hayran okurlar süslüyor. Hatta fotoğraf çekimleri, dergi kapakları, üniversitelerde yapılan konuşmalar… Belki içinden dökülen samimi duygular herkes tarafından anlaşılabilir. Kim bilir! Dünyayı değiştiren bir yazar olmak.
Bu hayalini gerçekleştirmek için ne yapmalı? Yazıyor. Acaba bir yayınevi beğenir mi? Gönderiyor. Yayınevleri kitabını basmak istemiyor. Neden? Çünkü Öykü’nün yazdıkları vasat. Yazmakla ilgili hiç eğitim almamış, aklına bile gelmemiş, büyük yazarları okumamış, onların tekniklerini incelememiş, akımlardan, yeniçağın beklentilerinden habersiz. Sadece hissettiklerini anlatmak ve anlaşılmak istiyor.
Elbette çok yetenekli yazarlar bunlara ihtiyaç duymadan ya da bu sistematikte çalışmadan şahane eserler üretebiliyorlardı. Onlar kurallara uyanlar değil, kuralların oluşumuna vesile olanlardı. Eğer onlar kadar yetenekli değilsek, iyi bir eser çıkarabilmek için çok çaba harcamamız gerek.
Yayınevlerine her gün onlarca vasat kitap gelir. Yayınevinin vasat bir kitabı basmasının hiçbir esprisi yoktur. Çünkü basacak, dağıtacak. Sonra ne olacak? “Bilinmeyen bir yazarı” parlatmak (tanıtmak) için ciddi bütçe gerekir. Ciddi derken yüz binlerce dolardan bahsediyorum tabii. Ayrıca parlatsa ne olur? Satar mı? Eş, dost ancak alır.
Onun yerine bastırıyor telif ve çeviri parasını… İçeriği iyi, tanınmış bir yabancı yazarın kitabını piyasaya sürüyor. Böylece biraz daha fazla kazanma şansı var. Gel gelelim kazandığı para ancak günü kurtarıyor. Eleman alamıyor. Her işi yayınevi sahibi yapıyor. Belki bir depocu, dışarıdan çalışan bir tasarımcı ve editör işin içinde… İmkanlar çok kısıtlı. Büyüyemiyor.
Çok yetenekli ve gerçekten basılmaya değer bir yazar gelse basar ve onu ufacık bütçesiyle parlatmaya uğraşır ama bu yazarlar çok nankör. Onca emek ve çaba harcadıktan sonra kitap başarı kazanırsa “büyük” yayınevleri onları transfer ediveriyor. Küçük yayınevleri tam kazanacağı sırada eli böğürlerinde kalıyor. O zaman en iyisi yabancı basmak! ‘Yerli yazar eğer kendini parlatmak istiyorsa parlatsın’a dönüyor iş.
Büyük yayınevi bakış açısı
Görece büyük yayınevi sahibi şöyle düşünüyor, “Benim saygınlığım var, basacağım yazar kendini ispatlamış olmalı!” Böylece yeni bir yazara ilk yatırımı yapmıyor, yabancı yazarları çeviriyor ya da yıllardır deneyim kazanmış yerli yazarları transfer etmeye çalışıyor. Onların yurt dışında satılmasıyla ilgili çabası var mı? Yok! Niye olsun ki, onun işi değil! Böylece bu iş de -ilgilenirse tabii- yazara kalıyor. Bu noktada yurt dışındaki örnekleri gibi yazar menajerlerine çok ihtiyaç var.
Türkiye’deki telif ajansları kurgu dışı Türkçe içeriklerin yurt dışında talep görmediğini söylüyor. Ancak “oryantalist renkler taşıyan” kitaplar ilgi görüyor. Çünkü onlara “yeni” gelen içerik bu! Yabancılar Türkçe içerikler için ölmüyor yani! Uluslararası kitap fuarlarında herkes birbirine proje (kitap) satmaya çalışıyor. Bazı küçük devletler kendi içerikleri (kültürleri) çevrilsin diye fonlar kuruyor. Çeviri ve baskı maliyetini karşılıyorlar. Bu da küçük yayınevlerinin işine geliyor.
Büyük yayınevi çıkaran az nüfuslu (bkz. yukarıda saydığım) ülkelerde yayıncılık sektör olarak desteklenirken Türkiye’de desteklenmiyor. Dolar yükseldikçe telif oranları yükseliyor, Türkiye’de kağıt üretilmiyor, o da ithal ve dolar arttıkça onun fiyatı da coşuyor.
Okuma kültürü destekleniyormuş gibi yapılıyor. Nüfusumuzun yüzde 50’si temel öğrenimi bile bitirmiş değil, okumuyor. Fakir, kitap alamıyor. Alanlar azınlıkta kalıyor.
Dünyanın en zengin adamı yayıncılıktan mı zengin oldu ne?
Bir matematik hesabı yapalım. Bir kitap 1000 tane sattığında yayıncının masrafını ancak çıkartıyor. Önce editör, kapak, grafik, baskı, tanıtım ve işletme giderlerini harcayacak. Kitabı dağıtacak, kitap tek tek satılacak. İyi ihtimalle altı ay sonra yatırımının geri dönüşünü almaya başlayacak. İlk 1000 baskı altı ayda satıldıysa maliyetini kurtaracak. Bir daha basarsa kar etmeye başlayabilir. (Dönerci açsa daha iyi kazanır, o ayrı!)
Böyle olunca kapak tasarımcısına, grafikerine, editörüne ve diğer çalışanlarına o kadar az para veriyor ki, pek çok nitelikli yayıncılık çalışanı bu rakamlarla ailesini geçindiremeyince sektörü terk edip gidiyor.
Bu koşullarda bir yayıncılık şirketini büyütmek söz konusu olabilir mi? Uluslararası bir markamız olabilir mi?
Sıkı durun şimdi. “Bizimle aynı koşullarda yarışmayan” Jeff Bezos kurduğu e-ticaret sitesinde kariyerine kitap satarak başladı.
Biliyorum e-ticaret sitesi sahibi olmakla yayınevi sahibi olmak aynı şey değil. Gel gelelim Bezos şu an girdiği pazarda yıkıcı etkiler yapan dünyanın en büyük “yayıncısı!” Çünkü print on demand (talep üzerine baskı) sistemiyle dünyada self publishing’i (kişisel yayıncılık) başlattı.
Binlerce yazar adayının kitap yapma hayalini gerçekleştirirken kendisi dünyanın en zengini olmayı başardı. Bezos öyle bir sistem kurdu ki hem yazardan hem okurdan kazanıyor. Bezos’un sistemini merak edenler Yotube kanalımda bu konuda çektiğim videoyu izleyebilirler.
Hadi diyelim ki o sayılmaz!
Ruediger Wischenbart’ın raporundaki 2018 gelir verilerine göre dünyanın en çok kazanan yayıncısı ABD, Birleşik Krallık ve Hollanda ortaklı RELX Group. 4613 milyon Euro gelirleri var. Birleşik Krallık firması Pearson’ın geliri 4583 milyon Euro ve üçüncü sıradaki Kanada firması ThomsonReuters’ın geliri ise 4486 milyon Euro.
Bunlar klasik yayıncılık kazançları. Hadi diyelim ki bu ülkelerin dil avantajı var, dünyanın büyük ekonomileri arasındalar. Peki ya Danimarka, Norveç ortaklı Egmont Group (574 milyon Euro), Belçikalı Media Participations (548 milyon Euro), Finlandiyalı Sanoma (313 milyon Euro)?
Kusura bakmayın ama bir geliştirici editör olarak nüfusu 5.5 milyon olan Finlandiya’ya gıptayla bakıyorum. Onlar dünyanın en büyük 20 ekonomisine girmiyor, nüfusları 80 milyon değil ve dünyanın en büyük 50 yayın şirketinden birine sahipler.
Ben bunu şöyle okuyorum. Hem işletmecilik anlamında doğru adımları atmışlar hem de devletleri onları desteklemiş.
Şimdi başka bir hikaye anlatalım
Türkiye’de “yazma derdi olan” biri var. Adı Orhan Pamuk olsun. Kendini önce resimle sonra yazarak ifade etmeyi seçmiş. Bunun yetenekle ilgisi olduğu kadar bu işin sürdürülebilirliği açısından profesyonel bir “iş” olduğunun farkında. Pamuk içerik ve yazım tekniği konusunda o kadar çok çalışıyor ki bu “yeni” dili tüm dünya tarafından kabul görüyor. Hatta Nobel’i alacak kadar.
Tabii Orhan Pamuk’un hayatını kazanmak için “çaba harcamama lüksü” var. Yani pek çok yazar adayının en büyük derdi onda yok. Bu anlamda 1–0 önde başlıyor. Bu sorunu Estonya çok iyi çözmüş. Kitap yazacağım ya da çevireceğim diyen herkese altı yıl boyunca maaş bağlıyorlar. Böylece geçim derdi olmadan üretim yapabiliyorsunuz. (Sadece 800 kişi başvurmuş.)
Öykü Turan’ın adını duydunuz mu? Hayır ama Orhan Pamuk’u duydunuz değil mi? Kendisi Öykü’nün tüm hayallerini gerçekleştirdi. Diyelim ki Öykü’nün kapasitesi, donanımı, becerisi Orhan Pamuk olmaya yetmez.
Bu dünyada farklı yollardan yürüyen binlerce yazar var. Bu işin sürdürülebilirliğini düşünenler eminim ki işi 360 çalıştılar ve bir Orhan Pamuk olamadılarsa da kendi hedef kitleleri doğrultusunda, azimleriyle ve çabalarıyla bir “marka” olmayı başardılar. Pamuk, kendi yayınevine, telif ajansına ve basıldığı ülkelerdeki yayınevlerine de ‘para’ kazandırdı.
Sözün özüne geliyorum
Tabii ki Türkiye’deki imkanları Jeff Bezos’un ticari zekası, ekosistemi ve ülkesiyle yarıştıracak değilim. AMAAA… Hadi düşünelim. Biz ne yapabiliriz ve neyi farklı yapabiliriz?
* Yazar adaylarımız, yazma düşleri ve duygu yoğunluklarının bir tık ötesine geçip yayıncılık okyanusunun ışık geçirmez derinliklerinde bir “iş” yattığını görmeli. Bir yandan yazma teknikleri çalışırken bir yandan J.K. Rowling kadar başarılı bir ticari zekaya, iş ve kariyer planına sahip olmalı.
* Kendi yağında kavrulan yayınevlerinin sahipleri günümüzün modern işletme eğitimlerini almış profesyonellerle çalışsa, teknolojik olanaklarını, yeni girişimlere sermaye sağlayan melek yatırımcıları keşfetse. Türkiye bu alanda o kadar bakir ki! Tabii tüm öncüler ellerinde baltayla sağlam “bilinçlendirme” yapmalı. (Bir vizyonerin işi kolay demedim ama hala Büyük İskender’in 2000 yıl önce açtığı yolu kullandığımızı hatırlatırım.)
* Yayıncılık profesyonelleri, “Ne yapalım, koşullarımız böyle” demek yerine kendilerini hem yatayda hem dikeyde geliştirse… Yani kendi meslekleri kadar yeni teknolojileri ve bakış açılarını keşfedip ufuklarını globale dikse… Koşullarıyla ilgili dönüşümün kendilerinden başladığını anlasa.
* Anne-babalar “çocuklarımız kitap okusun” yüzeyselliğinden çıkıp bunu önceliklerine alsa, kendileri kitap okusa. En büyük ‘vizyon açıcı’nın (Netflix belgeselleri, TED konuşmaları, Youtube kanallarından sonra?) kitaplar olduğunu fark etse ve bu bilinçle okumak, okutmak için elinden geleni ardına koymasa…
* Gönüllülüğün önemi anlaşılsa. Profesyonel işimiz kadar disiplinle yapılması gerektiği kavransa. Sistem kurmanın erdemleri vahiyle inse!
* Teknofobiye bir tekme atsak ve ağları boylasa. Bir sıfır öne geçsek.
* STK’larımızda 1–2 kişi canını veresiye çalışıp en sonunda pes edeceğine, hepimiz eşit birim çalışsak, imece usulü, müzakereyle yol bula bula, ortak akılla örgütlenme eksiğimizin köküne kibrit suyu döksek.
* Hem okurlar hem yayınevleri devlete baskı yapsa ve diğer ülkelerdeki yayıncıların teşviklerine, desteklerine kavuşsa.
* Her bir okur bir kişiyi daha okur yapmayı önceliğine alsa ve bu uğurda elinden geleni yapsa.
Benim de böyle hayallerim var. Bu taşı atıyorum zihninize. Umarım dalga dalga yayılır ve yeni açılımlara vesile olur.
Medium makalelerimden haberdar olmak için abone olmayı ve görüşlerinizi, önerilerinizi e-posta (info@murselcavus.com) ile bana iletmeyi unutmayın.