Kimilerinin gazeteci, kimilerinin denizci, kimilerinin müzisyen kimliği ile tanıdığı Turgay Noyan, 1961’den 1993’e kadar uzanan taverna işletme serüvenini Meyhaneci kitabında anlatıyor. Kitap adeta son 40 yılın sözlü tarihi!
Gusto Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Aklımda iki Turgay Noyan vardı. Biri Sabah gazetesinde yıllardır yazdığı haberlerini okuduğumda denizin kokusunu hissettiren Turgay Noyan, bir diğeri de çocukluğumda müzik listelerinde adını gördüğüm ve herhalde hiç de aynı adam olduğunu düşünmediğim diğer Turgay Noyan. Sabah işe geldiğimde masamda duran zarfı açtığımda ise bir üçüncü Turgay Noyan ile tanıştım. Bu kez Meyhaneci Noyan karşımdaydı. Önsözünü okumaya başladığımda şaşırmadım desem yalan olur. Zira üçünün de aynı kişi olduğunu gülümseyerek idrak ettim. “Kitabın amacı sadece eğlenceli hikayeler anlatmak değil” diyordu Noyan önsözünde… “1961-1993 yılları arasında “müzisyen, tavernalı, gazeteci” bir vatandaşın gördüğü ve yaşadıklarını aktarmak…”
Kitabı bir solukta okudum, Altınbaş rakılı cenaze törenini, dayakla terapiyi, peruk davasını, Gaskonyalı Toma’nın anılarını okudukça bastım kahkahayı, siyasi olayların Türkiye iklimine, insanlara etkisini yansıtan bölümleri okudukça da yüreğim cız etti, geçmişten bir sürü anı geldi, gündemime oturdu. Türkiye tam da 12 Eylül darbesi ile hesaplaşırken Turgay Noyan da hem bir nevi sözlü tarih çalışması yapmış, hem kendi içinde bir hesaplaşmaya girmiş. Kitabını konuşmak için bir öğle sonrası Noyan ile Divan Bebek’te buluşuyoruz.
“Neden şimdi” diye soruyorum.
“Biliyorsun, ben Naviga dergisini de çıkartıyorum. Orada ‘Zor Anlar’ bölümümüz var. Denizde her şey insan hatasından olur, biz de insanlar kısada hisse çıkarsın diye yazmaya başladık. Bu bölüm iki kitap doğurdu. Bir yerde sosyolojik zorunluluk. Kendi gözünle yaşadığını anlat ki bilinsin.”
Turgay Noyan’ın meyhanecilik serüveni
Kitapla ilgili geri dönüşlerde olumsuz yorum yok. Önemli olan okunması. Biz az okuyan bir ulususuz. Bu kitabı baş ucuna koysa, zaman zaman okusa, hikaye hikaye okunur. Seyahatte giderken elimden düşürümedim. Bir iki şey var. Bedri Koraman’ın çizdiği kapak. Bedri abiyle Sabah’ta beraber çalışıyorduk. İnternette ben de resmi var mı diye bakarken, yıllardır aklımdan çıkmayan kapağı gördüm. Hemen satın aldım. Sonra kendisine ulaşmaya çalıştım. Bodrum’a yerleşmiş. Telefonla aradım, eşi açtı. Uyuyor dedi. Müsade ederseniz kitabımın kapağına koymak istiyorum, kendisiyle ilgili bir hikayem de var dedim. Ertesi gün aradı. Ne çizmişim, tamamen aklımdan çıkmış dedi. Tabiî ki kullanabileceğimi, bunu sormaya gerek bile olmadığını söyledi. Kendisine de kitap yolladım, eşine dostuna yollamış.
Akordiyona nasıl başladınız?
Biz aslında Gaziantepliyiz ama annem Fındıkzadeli. Oturduğumuz sokak, 60-70’lerde daha bir nezih yerdi. Sokağımızda Profesör Şevket Tekman otururdu. İki oğlu vardı. Biri keman çalardı, diğeri de mandolin. Antep’e yazları giderdim babamla. Bir gün Çetin Akınal’a ziyarete gittik. Bir baktım akordiyonu var. Adam bana prens falan gibi göründü. Çetin bir çalabilir miyim dedim, al çal dedi. Aldım, çalmak mümkün değil. Geri dönünce, bir baktım bizimkiler orkestra kurmuş. Çetin mandolin çalıyor, Halil diye bir arkadaşımız marakas sallıyor. Çok ısrar ettim, babam o zamanın parasıyla 775 liraya akordeon aldı. Tamamen kendim öğrendim. Dayım akordeon methodu yolladı. Orkestrada çalınan şarkılara günde 8 saat çalıştım, 6 ay neredeyse uyumadan çalıştım. Bu arada çok iyi bir orkestra kurduk. Çocuklar çok yetenekliydi. Gazeteciliğe başladığımda sahneyi bırakmıştım ama büyük iş olduğunda başına gidiyordum. 1981’de yılın en iyi orkestrası seçilmişti. Türkiye’nin en iyi müzisyenleriydiler, hala da aranan adamlardır. Erdem Sökmen hem konservatuarda, hem piyasada aranır. Yiğit Endersoy Kenan Doğulu’nun gitaristidir. Basçı Hami Barutçu da Kenan Doğulu’ya çalar. Davulda Coşkun, Sinan Erkoç’a çalar. Levent Çöker Eurovizyon’da 3. olan şarkının bestecisidir. Mehmet Berbes flütçü, operanın müdürüdür. Solistler de her zaman çok iyiydi. Ben patron olmama rağmen kompleks yapmadım. Herkes benden daha iyidir. Patır patır insanların öldüğü zamanda sen bittin, sen öldün derlerdi. Kitapta mafyadan para aldığım, nasıl meyhaneci olduğum da yazıyor. Birisi dolandıran adamın ismini değiştirdim. Kitap yayınlandıktan sonra biri aradı, telefonunuzu Yücel Köyağasıoğlu’ndan aldım dedi. Hayrola dedim. Sizi biri dolandırmış kitapta ama ismini Ertuğrul Dingin yazmışsınız. Bizi de aynı şekilde biri dolandırdı ama ismi farklıydı dedi. Ben de tabiî ki kitapta asıl ismini yazmadım. Ama şimdi söyleyebilirim. Faik Yolaç dolandırmıştı. Erkan Yolaç’ın kardeşi. Televizyona çok beste yaptım. Çengi müzikalinin müzikleri mesela benim. Çarşı Her şeye Karşı, Ali Poyrazoğlu, İnsanlık Hali, Kim Bunlar, Beşiktaş marşı…
Niye birçok alandayım?
Bilmiyorum ki. Peç çok şeye merak sarıyorum. Nasıl yaparım diye düşünüyorum. Antep çok sağlamdır. Antep’ten adam gibi adam çıkar. Anteplileri çok severim. Geçenlerde Lions klübünde de onlarlaydım. Ben hiç yemek yapamam, yumurta bile kıramam. Çünkü Sevgi çok iyi aşçıdır. Egeli’dir. O beni tembelliğe alıştırdı. Ama çiğ köfte yaparım. Onu da şimdi ben yapmıyorum, oğluma devrettim. Derya’da profesyonel aşçılarımız yapardı. Müzik her zaman ön plandaydı. En hesaplı insanlar nasıl eğlenebilirler diye düşündüm. Bir öğretmen evlilik yıldönümünü kutlasın. Öyle bir menü yapayım ki, limitte olsun. 12 meze verirdim. Börek, arasıcaklar, tekir balığı vs gelirdi masaya. İnce dilimlenmiş soslu Arnavut ciğerini ve böreği hala ararım. Bizim için müzik önemliydi, onla ön plana çıkardık. O zamanlarda İstanbul’da pek rakibimiz yoktu. Toma üst katta çalıştı bir ara. Ama onu kitaba yazmadım. Onun da hayatı çok trajiktir. Ezinler,arada kalanlar ok oldu. İstanbul Rumlarına çok ayıp ettik. O zamanlar fark edemiyorduk beyin yıkama şartlandırma yüzünden.
Benim fazla bir içkiciliğim yoktur.
İçkinin adam gibi içildiğinde hoş bir şey olduğunu düşünürüm. Onun için evimde her tür içkiyi bulundururum, misafirime de ikram ederim. Şarap, rakı, viski içerim. Teknede bira içerim. İçkiyi kararında içen insanları çok severim, sarhoş insanların muhabbetinden nefret ederim. Biraz yaş da ilerledi. Kitabımı okuyorum, pipomu içiyorum, yazın zaten denizdeyim. Yazı yazıyorum. Sırada bir roman var. Bazılarını kızdırabilecek bir roman. Bu bir anı roman değil, kurgu. 6-7 Eylül, Kıbrıs hareketi dönemlerini içeriyor. Konusu Türk-Rum ilişkileri olacak. Noyan öz Türkçe bir soyaddır. Eski Türkler’de beylere prenslere verilen bir asalet ünvanı. Antep’in tek Noyan’ları biziz. Ailemin yarısını Ermeniler öldürdü. Ama hiç nefretim yok. Ailece görüştüğüm Ermeni arkadaşlarım var. Son senelerde beni Hrant Dink’in ölümü kadar üzen çok az şey olmuştur. Bir gazeteci arkadaşımıza sahip çıkamadık. Eski meyhane kültürünü çok az yerde görüyorum. Toma’yla biz çalışırken, mutfak çok sağlamdı. İnsan iyi meze, et yerdi. Bir rezerve masayı aşçı kendisi hazırlardı. Yeşil renkli salatanın yanına başka renk gelirdi. Midye dolmanın yanına bir başka dolma, yaprak dolması konulmazdı. Normal vatandaşlar gidip yiyebilirdi. Her şey fast-food’a döndü.
Eğlenceler de öyle.
Artık pek dışarı çıkmıyorum. Mesela geçenlerde yüzyıllık markalar diye bir klüp kurduk. Çoğu marka da geldi. Yemeğe götürüceğiz. Benden rica ettiler mekan seçmemi. Ben nereden bileyim? En sonunda sordum arkadaşlara. Eskiden kırmızı şarapta Yakut vardı. İnsanlar klüp şarabı içerdi. Şarap kültürü sıfırdı. Ne güzel bir konyak vardı, ne bir viski. Öyle bir kültür de yoktu. Rakıda maalesef çeşit yoktu. Bugün baktığımda, bir sürü çeşit. Okuyorum Gusto’yu bayılıyorum.
Bu sene 203 çeşit yerli şarap tattık.
Biz şanslı değildik. Doğru dürüst Kava sahip olan restoranlar ve müşterileri şimdi çok şanslı. Yurdışından da eve alıyordum ama o zamanlar pek yurtdışına çıkma da yoktu. Ameretto’yuçok severim mesela. Onu getiriyorum, arasıra likörler topluyorum. Mehmet Bey birkaç seneye Abdullah Gül’ün oğullarına viski dersi veririm diyor. Ben o kadar iyimser değilim. Anadoluda içki satan yer bulamazsınız. Sponsorlukları kaldırdılar. Ama çok isterim yanılmayı.