5 Haziran 1945’te yayınlanan bir bildirgeyle Almanya’nın yönetimi ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin oluşturacağı askeri yönetimlere bırakıldı. Bu ülkelerin her biri kendi işgal bölgesini özgürce yönetecek ve Almanya’nın bütününü ilgilendiren konularla ise Müttefikler Kontrol Konseyi ilgilenecekti.

Temmuz-Ağustos 1945’te toplanan Potsdam Konferansında da Almanya’nın üç işgal bölgesine ayrılması konusunda görüş birliğine varıldı. Sonradan Fransa’nın da bir işgalci güç olarak kabul edilmesiyle işgal bölgelerinin sayısı dörde çıkarıldı. Bir süre sonra işgal bölgelerinde eski siyasal partiler yeniden kurulmaya ve eyalet yönetimleri oluşturulmaya başladı.

Müttefik ilkesel olarak Almanya’nın bütünlüğünü korumaya kararlı olmalarına karşın bir süre sonra Batılı işgal güçleriyle Sovyetler Birliği arasında görüş ayrılıkları çıktı. Anlaşmazlık yaratan konuların başında Almanya’nın savaş tazminatlarını nasıl ödeyeceği ve yeni ekonomik yapılanmasını nasıl gerçekleştireceği geliyordu. İngiltere, ABD ve Fransa 1948’de kendi işgal bölgelerini de birleştirerek, Batı Berlin adıyla anılan Berlin Eyaletini oluşturdu. Gelişmelere büyük tepki gösteren Sovyetler Birliği 20 Haziran 1948’de batı bölgelerinde bir para reformunun uygulamaya konması üzerine Batı Berlin’i abluka altına aldı. Batılılar da Sovyet bölgesine karşı ambargo uyguladılar ve Batı Berlin’e gerekli malzemeyi sağlayacak bir hava koridoru oluşturdular. Sovyetler Birliği bu gelişmeler karşısında Mayıs 1949’da ambargo uygulamasına son vermek zorunda kaldı.

Almanya Federal Cumhuriyeti’nin Temel Yasası, 8 Mayıs 1949’da Parlamento Konseyi’nde kabul edildi. Dört gün sonra da 12. eyalet olarak önerilen Berlin’in dışarıda bırakılması koşuluyla Batılı işgal devletlerinin askeri valileri tarafından onaylandı. O tarihteki 11 eyaletin üçü, 1952’de birleşti. 1957’de Saarland 10. eyalet oldu.

Eylül 1949’da İşgal Tüzüğü’nün yürürlüğe girmesiyle, müttefiklerin askeri hükümetlerinin yerini, gene bu üç ülkenin oluşturduğu müttefikler yüksek komisyonu aldı. Kasımda imzalanan Petersburg Antlaşması’yla sanayi tesislerinin sökülmesi konusundaki hükümler yumuşatıldı ve AFC’nin bir ticaret filosu oluşturmasına izin verildi. Ruhr İdaresi’nin ve Avrupa Konseyi’nin doğrudan üyesi olan AFC yabancı ülkelerle ticari ve diplomatik ilişkiler kurabilecekti.

İlk genel seçimler 14 Ağustos 1949’da yapıldı. Seçimlerde en çok oyu Konrad Adenauer’ın başkanlığındaki Hristiyan Demokratik Birlik (CDU) ile Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) oluşturduğu koalisyon aldı. Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ise seçimlerden ikinci parti olarak çıktı. CDU-CSU komisyonunun FDP ve Alman Partisi’yle yaptığı ittifak sonucu Adenauer başbakan oldu. Eylülde de FDP’nin adayı Theodor Heuss ülkenin ilk cumhurbaşkanı seçildi.

Adenauer iki Almanya’nın birleştirilmesini amaçlıyor; ama bunun müttefiklere bırakılması gerektiğine inanıyordu. Ayrıca ABD’nin önderliğinde bir Avrupa ittifakı oluşturulmasını ve Batı Avrupa’da federasyona benzer bir örgütlenmeye gidilmesini savunuyordu. SPD ise hem Adenauer’in bu görüşlerine hem de ABD’nin dayattığı AFC’nin yeniden silahlanması görüşüne karşı çıkıyordu. Adenauer 1953 seçimlerinde üçte iki çoğunluğu sağladıktan sonra, ülkenin yeniden silahlanması için gerekli olan anayasa değişikliğini yapabilirdi. AFC Mayıs 1955’te egemen bir devlet oldu ve aynı yıl kendi ordusunu kurarak NATO’ya girdi. Avrupa’nın bütünleşmesi için sürdürülen bütün çalışmalarla katılan Adenauer, 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) kurulmasıyla sonuçlanan Roma Antlaşması’nın imzalanmasında önemli rol oynadı.

Bu dönemde Afrika ve Asya’nın bağımsızlığını yeni kazanan ülkelerine ekonomik yardımda bulunan AFC, Yahudilerin Nazi yönetimi sırasında karşı karşıya kaldığı baskılar nedeniyle İsrail’e de üç milyar Alman markını aşan tazminat ödedi.

1950‘lerde AFC ve ABD arasındaki ilişkiler gitgide yakınlaştı. 1955’te Moskova’ya giden Adenauer, SSCB’de bulunan 10 bin Alman tutsağın serbest bırakılması karşılığında bu ülkeyle diplomatik ilişki kurmayı kabul etti. Ama ADC’nun varlığı iki ülke arasındaki en önemli sorun olmayı sürdürdü. SSCB’nin Alman Devleti olduğu görüşünü savunurken AFC yönetimi, ADC’nin yasal varlığını kabule yanaşmıyordu. SSCB, 1958‘de Batılı askeri güçlerin Berlin’den çekilmesini isteyince çıkan bunalım, 1961’de Berlin Duvarı’nın kurulmasıyla  sonuçlandı.

Adenauer’ın iç politikada karşılaştığı ilk önemli sorun Polonya’dan, Balkanlar’dan ve Doğu Almanya’dan gelen milyonlarca mültecinin yerleştirilmesi oldu. CDU-CSU koalisyonun Federal Meclis’teki sandalyelerin yaklaşık yarısını kazandığı Eylül 1953’teki seçimlerin ardından Adenauer; Hür Demokratlar, Alman Partisi ve Alman Bloku ile yeni bir koalisyon hükümeti kurdu.

Temmuz 1954’te de Heuss yeniden cumhurbaşkanı seçildi. 1956‘da zorunlu Askerlik Yasası çıkarıldı. Ertesi yıl da ilk askeri birlikler oluşturulmaya başladı. Bu dönemde koalisyonda yer alan küçük partiler, Adenauer’den desteklerini çektiler. Bu olayın yarattığı bunalım derinleşti ama dış olaylar hükümetin düşmesini engelledi. 1956’da Sovyetler Birliği’nin Macaristan’a müdahalesi hükümetin durumunu yeniden güçlendirdi. CDU-CSU koalisyonunun Federal Meclis’teki sandalye sayısını arttırarak çıkardığı 1957 seçimlerinin ardından Adenauer, Alman Partisi ile üçüncü koalisyon hükümetini kurdu. 1959’da cumhurbaşkanlık dönemi sona eren Heuss’un yerine Hristiyan Demokratlar’ın adayı Heinrich Lübke seçildi.

Kasım 1959’da, Bad Godesberg programının kabul edilmesiyle SPD’nin politikasında önemli değişiklikler oldu. Marksizmden tümüyle uzaklaşan parti başbakan adayı olarak Batı Berlin belediye başkanı Willy Brandt’ı benimsedi. 1961 seçimlerinde Federal Meclis’e yalnızca CDU-CSU koalisyonunu katıldığı yeni bir koalisyon hükümeti kuruldu. Hür Demokratlar’ın lideri Erich Mende başbakanın değişmesi konusuna ısrar edince, Adenauer’ın yasama dönemi sona ermeden başbakanlıktan çekilemesi karara bağladı.

Ekim 1963’te istifa eden Adenauer’ın yerine Alman ekonomik mucizesinin mimarı olarak tanınan Mudwing Erhamd geçti.

Kasaba.works Digital Agency