İspanya 1900’lü yılların başında eski güçlü kimliğinden kan kaybetmeye başlamıştı. Önce Amerika’daki gücünü kaybeden ülke, daha sonra cumhuriyetçi akımın güçlenmesiyle sarsıldı.
Dönemin İspanyol aydınları, İspanyol tarihini yeni bir biçimde yorumlamaya başladılar. İspanya’nın gelişmekte olan emperyalizm içinde yeniden saygınlık kazanma çabası Fas’ın kuzey kesiminde uzun ve çetin bir savaşa (1909-25) yol açtı.
1909’da Barcelona’da patlak veren bir genel grevi bahane eden ordunun, ülkede gerçek bir terör havası estirmesi Avrupa kamuoyunda büyük tepkilere yol açtı. Antonio Maura ve Jose Canalejas gibi iyi niyetli siyasetçiler bile hükümeti güçlendirmeyi başaramadılar ve annesinin naiplik döneminden sonra 1902’de yönetimi ele alan Kari Alfonso XIII’ün yönetime yerli yersiz müdahalesi karşısında çaresiz kaldılar. 1917’de Barcelona’da yeni bir grev dalgasının patlak vermesi üzerine, ordudaki subaylar aralarında çeşitli dernekler kurarken, İspanya Fas Savaşı’nda da bozguna uğradı (1921) ve kral şiddetle eleştirilmeye başlandı.
Alfonso XIII’ü bir askeri ayaklanma kurtardı. Eylül 1923’te bir hükümet darbesi yapan General Miguel Primo de Rivera, kabineyi dağıtıp, bir diktatörlük kurdu. Fransızların yardımıyla Faslıları yenilgiye uğratarak (1925) kamuoyunun desteğini sağladıysa da, aydınlara uyguladığı baskı ve maliyenin kötü yönetilmesinden ötürü ortaya çıkan ekonomik çöküntü sonucunda, 1930’da istifa ederek yurt dışına göçmek zorunda kaldı. Ertesi yıl yapılan belediye seçimlerinde cumhuriyetçilerin büyük bir zafer kazanmaları üstüne, Alfonso XIII’de istifa etmeksizin yurt dışına kaçtı ve cumhuriyet ilan edildi.
Ama ikinci Ispanyol Cumhuriyeti (1931-39) her sınıftan geniş yığınların siyasete yoğun biçimde katıldıkları bir dönem olma özelliği taşımakla birlikte, bu katılım uzlaşma değil, bölünme getiren bir katılım oldu ve İspanya bir süre sonra birbirine karşıt iki blok halinde kutuplaşarak iç savaşa sahne oldu.