Son zamanlarda herkesin aynı zaman diliminde yaşamadığını düşünüyorum. Her şey hızla değişirken değişimi yakalamayanlar, bir çok imkanı kendi ayaklarıyla tepiyor. Devrim ‘kişisel boyutlarda’ yaşanıyor. Yani çağ atlamaya kendiniz karar verirseniz atlıyorsunuz.
Bulgaristan’dan İstanbul’a taşındığımızda altı yaşındaydım, geldiğim yerlerdeki yeşili özlediğimi hatırlıyorum. Şehre üniversite dönemimde alışabildim. Üniversiteye kadar kafa dengi arkadaş bulamamış, okumaktan, yazmaktan hoşlanan insanlarla karşılaşmamıştım.
Şehirle bağım insanlar ve işim üzerinden gelişti, İstanbul’da sevdiğim işi yapma şansım vardı. Daha doğrusu başka bir şehri düşünmek aklıma bile gelmedi. Türkiye’de daha büyük, daha çok imkanı olan bir yer var mıydı?
Küçük bir Akdeniz veya Ege kasabasına taşınma fikrini hiç sevmedim. Küçük yere taşınmak, “Her şeyden vazgeçtim” demekti! Sinema, tiyatro, restoranlar, arkadaşlar yok. Sadece kumsallar, kitaplar, komşular, televizyon ve hobi kursları var!
Öte yandan emekli olup küçük yerlere taşınan arkadaşlarıma hak veriyorum. İstanbul’da yaşama maliyeti yüksek. Ekonomi küçülmeyi emrediyorsa şehirde yaşamak anlamsızlaşır. Restoranlara gitmekten vazgeçersiniz, cafelerde değil parklarda sosyalleşirsiniz, sinema yerine evde film izler, para gerektirmeyen hobiler bulursunuz. Tabii bunları çarşısı-pazarı daha ucuz, evin kirası düşük bir yerde yapmak da iyi fikirdir!
Farklı şehirlerde yaşamayı destur edinmiş bir gezginle röportaj yaptım. Dilediğin şehirde yaşayabilme ve dilediğin ülkede para kazanabilme virüsü kanıma girdi. Elbette İsviçreli biri için bunu yapmak çok kolay. Pasaportları avantajlı, bizim gibi vize ile uğraşmıyorlar. Daha ucuz uçuşlar yakalayabiliyorlar. Paraları da daha değerli olduğu için az çalışıp çok kazanıyor, zamanlarını eğlenceye ayırabiliyorlar. Bir İsveçli bir birim enerji harcarken bir Türk eşitliği yakalamak için 20 birim enerji harcamak zorunda. “Bu insanı yıldırabilir” diye düşünürken şehrimi bir kefeye, yurt dışında yaşamayı öteki kefeye koydum.
Tarihi yarımadada, Taksim’e 15 dakika mesafede yaşadığım için kendimi şanslı hissetsem de son zamanlarda şehrimi tanımakta zorlanıyorum.
1- Çok kalabalıklaştık. Resmi rakamlara göre 15 milyonuz. Birçok kişi 20 milyon diyor. Mültecilerin gelmesi ile birlikte toplu taşıma araçlarında seyahat etmek iyice zorlaştı. Hele de Sultanahmet-Fındıkzade arasındaki duraklar Japonya, Pakistan trenlerini aratmıyor.
2- Trafik yüzünden sadece metro duraklarındaki mekanlarda randevu verir oldum.
3- Her şey çok pahalı. Meyve-sebze fiyatları uçuşa geçti. Ne kadar sağlıklı olduklarından da kuşkuluyuz.
4- İstanbul ormanlarının yüzde 30’u havalimanı ve yollara kurban gitti. Doğayı şehirde mikroskopla arar olduk.
5- Berlin gibi yemyeşil bir şehirde bile karbon emisyonu (NOx gazı) (Netflix’teki Kirli Para Belgeseli’nde Volkswagen skandalına bir göz atın) beklenenin çok üzerindeyken 3 milyon 571 bin kayıtlı aracı olan İstanbul’da bu rakamın kaç olduğunu düşünmek bile ürkütücü.
6- Türkiye’deki politik iklim İstanbul’un üstüne kara bulut gibi çöküyor. Üretemiyorsunuz. Bunun insanlar üzerinde yarattığı psikolojik çöküntü ve pasifleştirme de korkunç boyutlarda. TÜİK verileri işsizlik yüzde 10 diyor ama birçok kişi uzun zamandır iş aradığı için artık bu istatistiklere bile girmiyor.
Şimdi gelelim diğer değişimlere;
Eskiden insanların ne düşündüğünü bilmezdik. Sosyal medya ile birlikte insanların düşünceleri, karakterleri de ortalığa saçıldı ve yaklaşımlarını gördük. Cinsiyetçilik, cinsel ayrımcılık, türcülük, ırkçılık, eşitsizlik, benmerkezcilik, cahillik… Anlama ve kavrama yoksunlukları ve üstelik bunları bir ‘maharet’ zannetme hali!
Entellektüeller bile bir konuda ‘bilgili’ ise başka bir konuda hiçbir farkındalığa sahip olmayabiliyor. Oysa bu çağda temel değerleri yerli yerine oturtmuş olmamız gerekmiyor muydu bizim?
Bu sadece benim ülkemin sorunu da değil! Hala başka milletlerden insanların ikinci sınıf olduğu düşüncesi tüm toplumlarda var. Bir İngiliz bir Hintliden daha değerli, bir Amerikalı Meksikalıdan… Bulgarlar Türklerden üstün olduğunu düşünüyor, Türkler Kürtlerden, Kürtler Yezidilerden… Bu döngü böyle sürüp gidiyor.
Ekonomik ve politik sorunlar, kirlilik, kalabalık birçok dünya kentinin de sorunu… Türkiye’de yaşayan ekspatlara neden İstanbul’u tercih ettiklerini sorduğumda, “Siz muhteşem bir ülkede ve şehirde yaşıyorsunuz da farkında değilsiniz” diyorlar. İşin komik tarafı onlar da kendi ülkelerinden ve sistemlerinden sıkılıp buraya kaçmışlar.
O zaman nereye taşınacağız?
Bu soruyu sormadan birkaç değişimden daha bahsetmek istiyorum.
İş yapmak için mekana bağımlılık git gide ortadan kalkıyor. Bilgisayarı alıp istediğimiz yerde çalışabiliyoruz. Türkler hala birbirini yüz yüze görmek istiyor ancak bu bile değişmeye başladı. Skype toplantıları -maliyetler bu kadar yükselmişken- akılcı bir çözüm. Televizyona ihtiyaç yok, Netflix’i bilgisayardan, cepten izleyebiliyorsunuz. Kütüphaneye ihtiyaç yok, e-okuyucular, Storytel o sorunu çözüyor. Birçok işlemi cep telefonundan şıp diye hallediyoruz. İnternetiniz olsun yeter! Mesafeler kısaldı, uçaklar ucuzladı.
Aslında çok hafifledik de farkında değiliz. Ağırlık yapan eski alışkanlıklarımız, zihniyetimiz, eşya bağımlılığımız ve otomatik pilotta giderken ne kadar değiştiğimizi gözden kaçırmamız.
Judith Hollanda’daki bir hukuk bürosunun sekreteri ve geçen gün Akyaka’da kahvaltı ettik. Didim’de yaşamayı seçmiş. Ofisine, “Türkiye’den çalışsam sorun olur mu?” diye sormuş, onlar da sorun yok demişler. “Zaten uçağa atlasam 3-4 saatte ordayım” diyor.
Ankara’da temsilciliği olan bir içerik ajansı, Ankara ve İstanbul’daki iki ofisini de kapattı çünkü onları coworking ile tanıştırdım. Ayda 12 bin lira kar ettiler, sekreterlik hizmeti için birini istihdam ediyorlardı, şimdi komik bir fiyata bu hizmeti dışarıdan alıyorlar. Daha şık bir ofisteler, giderleri azaldı, her şeyi elektronik ortamda halletmeye başladılar. Üstelik elektrik, su faturası ödemekten bulaşıkları kimin yıkayacağına, ofisi kimin açacağından, temizliğine kadar düşünmek zorunda oldukları birçok sorumluluktan da kurtuldular.
Bir zihniyetten çıkıp başka bir zihniyete taşındılar.
Son zamanlarda herkesin aynı zaman diliminde yaşamadığını düşünüyorum. Her şey çok hızlı değişiyor ama biz değişmediğimiz için bir çok imkanı tepiyoruz. (Tepmek kelimesi de at ile ulaşım döneminden kalma!)
Hele devletler, politikalar çok arkadan geliyor. Yer değiştirmenin bu kadar kolaylaştığı, neredeyse her ticaretin uluslararası boyutlara taşındığı bu dönemde vatandaşlık, vize gibi şeylerin bu kadar geriden gelmesi komik kaçmıyor mu?
Bazen keşke müracaat edilecek bir ‘dünya vatandaşlığı’ olsa diyorum. Bir merci! Bir kez kabul edildiniz mi, başka prosedürle uğraşmadan hangi ülkede yaşayacağınıza kolayca karar verebilseniz. Ülkeler bazında da herkes eşit koşullarda rekabet etse! Paypal, Booking, Vikipedi mağduriyetleri olmasa…
Blockchain teknolojisinin yakında devletlerin otoritesini sarsabileceğini düşünüyorum. Öyle de olmalı ama şimdilik devrim ‘kişisel boyutlarda.’ Yani çağ atlamaya kendiniz karar verirseniz atlıyorsunuz.
Hadi beraber taşınalım! Sizi bilmem ben taşınacağım. Önce otomatik pilotu devreden çıkaracağım. Diş fırçalamadan evdeki her bir eşyaya ihtiyacım olup olmadığına varana kadar yaptığım her şeyi, aldığım her nesneyi sorgulayacağım. Yeni iş sistematiklerinin, yeni şehirlerin, yeni ülkelerin, yeni bakış açılarının peşinde koşacağım. Amacım farkındalığımı en üst seviyeye çıkarmak. Değişimin ve gelişimin hakkını vermek.
Hadi beraber taşınalım! Başka bir zihniyete…
Belki böylelikle dünyanın her kenti kayda değer oranda iyileşir de herkes ülke ülke gezmeden, kendi ülkesinde musmutlu yaşar!